29 Mayıs 2013 Çarşamba

İki Dambıla Ruhumu Sattım

Son bir aydır yeni bir aktivite buldum. İlk önce olayın nerelerden başladığını anlatayım. Geçen yaz surf yapmaya başlamıştım hatırlarsan. Bu yazda devam etmeye kararlıyım fakat damacanayı kapıdan mutfağa taşıyamayan ben için, o yelkeni kaldırıp sabit tutabilmek tam bir işkence. Safinaz’ın bile kolları benimkinden iyidir. Olay böyle olunca ben de biraz spor yaparak hafif bir kaslanmaya karar verdim. Yeni taşındığım muhitte ki en kapsamlı spor salonunu bularak hemen üye oldum.
Hayatında ilk defa spor salonuna giden birisi olduğum için baya farklı bir deneyim oldu bu. Salona doğru ilk girişimde geniş omuzlu, “küçük tepeleri dağları gölleri falan ben yarattım” der gibi ortalıkta dolanan Van Damme’lar gördüm. Bi ezildim onları görünce tabi. Öyle ezik ezik hocanın odasına gittim. Beni süpersonik bir tartıya çıkardı. Nasıl bir tartıysa artık o, obezitemden yağ oranıma, metabolizma yaşıma kadar her şeyi ölçtü. Bunları insan icat ediyor işte. En sevindiğim olay bende obezitenin -17 çıkması. 32 diş sevindim bu olaya. Bana başlangıç programı yazdılar. Yazdılar ama ben tabi hemen bir sirenleri çaldım “ bakın ben bu dışarıda ki yerli rambolar gibi falan olmak istemiyorum. Altı üstü hafif bir kas istediğim” dedim. Cahillik kötü bir şey. Odadakiler bana gülerek bakıp, “istesenizde olamazsınız, bu en hafif program” dediler. Bende ki eziklik, “yolda görsen üstüne bas, çiğne” levelına geldi bu sözlerle.
Kapsamlı spor salonlarına üye olmanın en güzel tarafı, bütün derslere girebilmek. Bu sayede fitness dan sıkıldığımda, eğlenceli derslere girebiliyorum. Pilates tam benim işimmiş mesela. Bu zamana kadar yapmadığıma çok pişmanım. Bir de çok eğlenceli. Kendimi o toplarla sirk gösterisinde ki sevimli foklar gibi hissediyorum. Spora başlayacak olanlara zumbayı da ısrarla tavsiye ederim. bir sürü derse girdim ama hala tembelliğim yüzünden girmediğim dersler var. “aqua gym” mesela. Sabah saatlerinde olduğu için ve ben erken kalkamadığım için hala giremedim. İnşallah bugün yarın bu işi çözücem.
Spor salonunda beni güldüren ve sinirlendiren tipler ise, full makyajla gelen kızlar (birisinin onlara terleyince Yıldız Tilbe’ye benzediklerini söylemesi gerekiyor), bir türlü kilo veremeyen asabi teyzeler, set aralarında aletleri işgal edenler ve ağırlık kaldırırken “rööaarııııhhh” diyerek ağırlık kaldıranlar.
Toparlarsak; spordan nefret ediyordum ama bir başladım pir başladım. İnsanda yarattığı his tam olarak: bedensel ve ruhsal anlamda yeniden doğmuş gibi hissetmek. “spor harika bir şeymiş ya, mutlaka devam etmeliyim, asla bırakmamalıyım obaaaa lalallalala” düşünceleriyle doluyum. Sonunda, dişi bir gorile benzemekten korkuyorum. Her gün farklı bir yerim ağrısa da mutluyum. “no pain, no gain” sonuçta. Hay gidi yaa, kendime şaşıyorum. “Spor mu, ıyyyy” derken, İki dambıla ruhumu sattım.

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Life of Pi

Biliyoruuumm, yazmakta çok geç kaldım. “Günaydın Seçil” diyorsun şimdi ama geç kaldım diyerek yazmasaydım da içimde kalırdı.
Müthiş bir oyunculuk hatta ilk oyunculuk deneyimi ve başrol: Suraj Sharma, harika bir yönetmen: Ang Lee. Mükemmel bir film: Pi’nin Yaşamı.
İzlemeden önce “niye bu kadar abartılıyor ki” dediğim, izledikten sonra “Allah benim önyargılarımı nasıl biliyorsa öyle yapsın, az bile abartmışlar, 3D izlemek vardı bu filmi” diyerek dövündüğüm, pamuklara sarıp sarmalamak istediğim, arşivin olmazsa olmazı olan bir film Pi’nin yaşamı.
Ang Lee, harika bir iş çıkarmış. Beni okuyorsa eğer kendisine sevgilerimi ve teşekkürlerimi sunuyor, yanaklarından öpüyorum. Filmin jeneriği bile huzur veriyor. Hayvanlar, cgi teknolojisiyle yaratılarak filme dahil edilmiş. Sırf Richard Parker için bile izlenebilir (kaplan) Klişe bir deyim olacak ama “tam bir görsel şölen” görüntüler, doğa ve hayvanlar muhteşem ama bunların yanısıra insanı içine alarak, inancını sorgulatan, ağlatan, güldüren, düşündüren filmlerden. Bu kadar “buram buram” felsefe kokan bir film izlemeyeli uzun zaman olmuştu.
“Benim Tanrıya inanmamı sağlayacak bir hikaye anlatacağını söylediler” önermesiyle başlıyor. Sonra bu din ve Tanrı sorgulamasının üzerine harika bir hikaye yerleştiriliyor. Bu filmin sevilip sevilmemesi o anki ruh haline, Tanrıya olan inanca, ve mitolojiye nasıl bakıldığına bağlı biraz da. Ben sevenlerdenim ve ilk hikayeye inananlardanım ama belki de hayatın tek anlamı sadece hayatta kalmaktır.
Not: konusunu anlatmadım bazı sahnelerle ilgili görüşlerimi de yazmadım. İzlemediysen benim düşüncelerimin seni etkilemesini istemedim çünkü o kadar çok izlerken düşünülesi ve sonrasında hakkında uzun uzun konuşulası bir film ki, bir şeyler söylemem saçma olabilirdi. Sadece izle diyorum.

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Cenk Eren'in Pavyonu'nda Konsomasyondaydık.

Harika bir doğum günü geçirdim. Bana sürpriz parti hazırlayan, üstelik de bunu Cenk Eren’in pavyonunda hazırlayan Bih ve Sim, ikinize de çok teşekkür ederim. Teşekkürlerimi yaptıktan sonra hemen konuya geçmek istiyorum. Lafı uzatamayacağım çünkü sana anlatmak istediğim çok şey var.
Doğum günümde My Pavyon’daydık. Sahnede Oya Aydoğan, Tanyeli ve Cenk Eren vardı. Mekan çok bomba. Pavyon konseptinde döşenmiş. Masalar allı güllü, her yer ayna, sahne bile Türk filmlerinde gördüğüm pavyon sahnelerinin birebiriydi. Köşede oturan ve etrafa bakan bir adam vardı. Burma bıyıklı, ayakkabısının arkasına basan, göbekli, gömleğinin üst düğmeleri açık olan bir tipti. Pavyonlarda ki fedai mi denir artık ne denirse onun gibi bir şeydi sanırım. Özellikle öyle bir adamın oturduğu yerden masaları kesmesi harika düşünülmüş. Kendi aramızda iğrenç pavyon geyikleri de yaptık, yapmadık değil. Şimdi buraya yazsam “bunlara mı gülüyorsunuz” dersin, o yüzden yazmıyorum. Servis iyiydi. Mezeler lezzetliydi. Sıcak ızgara süperdi ama tatlı yoktu. Biz doğum günü masası olduğumuz için, tatlı eksikliği yaşamadık.
Geçiyorum programa. Önce o harika mavi elbisesiyle Oya Aydoğan sahnedeydi Neşeli Günler filminde, abla rolündeki masum yüzü hala aynı. Sahnesi çok eğlenceli ve yemin ederim TV’de gördüğünden çok çok çok daha zayıf. Sahnedeyken bir ara birisine teşekkür ederek, Maksim’den beri tanıdığını söyledi. Biz hemen gözlerimizi çevirerek adama gıpta ile baktık. Nasıl bir gece hayatı duayeniyse artık, yıllardır bırakmamış adam. Programdan sonra, Oya Aydoğan’la görüşme imkanımız oldu. Konuşurken, Oya Hanım’ı doğallık ve sempatiklik kraliçesi seçtim. Bu kadar sıfır egolu birisi olduğunu kesinlikle tahmin etmezdim. Nasıl anlatsam sana, böyle konuştukça sarılası falan geliyor insanın. Beni güzelliğiyle ve naifliğiyle kendisine hayran bıraktı.
Arada Tanyeli sahnedeydi. Ben öyle döver gibi dans edenleri sevmiyorum. Erkek dans ediyormuş gibi geliyor bana. Tanyeli ise el ve kol hareketlerini yüzünde ki mimiklerle öyle zarif, öyle kadınsı birleştiriyordu ki, masada ki bütün kızlar, ertesi gün evde mimik çalışması yaptık.
Tanyeli’den sonra ise Cenk Eren beyaz gömleğiyle ve harika siyah ceketiyle sahnedeydi. Şarkı söylemeye bir başladı, ben o an zaten ruhumun bir parçasını teslim ettim. “O nasıl bir ses, nasıl bir ışık, sana geliyorum yarabbbiiimmm” diye diye dinledim. Müthiş bir sahnesi ve sesi var. Sahnede duruşu, seyirciyle konuşması, ne bileyim, her şeyiyle inanılmaz beyefendi, müthiş saygılı, üstü başı tertemiz, ak pak. Gülümsediğinde, dünya gülümsemiş gibi bir hisse kapılıyorsun. (son cümlede yazar, gizli hayranlığını belli ediyor) sahnede kaldığı süre içerisinde doymadık, doyamadık kendisine. (yazar bu cümlede tamamen iyi niyetli)
Süper bir doğum günü geçirdim. Son yıllarda ki en iyi, en çok eğlendiğim doğum günümdü. My Pavyon’u tavsiye ediyorum. Fiyatlar uygun, sahneler süper, menü lezzetli. Yalnız kötü bir haberim var; bizim gittiğimiz gece gala yaparak sezonu bitirdiler. Artık seneye kaldı.

7 Mayıs 2013 Salı

Zamanda Yolculuk Yaptım

Günlerdir taşınma telaşındaydım. Bu arada bloga da haliyle baya bir ara vermek zorunda kaldım. Akıl dağılması feci bir şey. Aynı anda 1200 tane şeyi düşünmek zorunda kalmak ise feci ötesi. Neyse ki sonunda bitti.
Eski evden yeni eve taşınırken Sim’le zamanda yolculuk yaptık, anı yumaklarında kaybolduk, hatıra patlaması yaşadık. Eşyaları toplarken, yıllardır oradan oraya sürüklediğimiz bir koca çanta dolusu mektupla karşılaştık. İçlerinde o kadar absürt şeyler vardı ki; benim lisede sıra arkadaşımla yazışmalarım, (onu bile saklamışım. Yazdığımız şey de “ders sıkıcı, teneffüste yanıma gelir mi sence, gelirse ne diyeyim” gibi şeyler), sonra üniversite yıllarında Sim’le birbirimize yolladığımız mektuplar, yazdığım ama asla yollamadığım aşk mektupları ( abartmıyorum bir tanesi arkalı önlü altı sayfaydı. Kendime yuhh dedim. İnsan bir dönem gerçekten salak oluyor.) bana gelen aşk mektupları (işte bu güzeldi. “Kimleri kimleri telef etmişim diyerek egomu bulutlara değdirdi” : )) Sim’le kıyafetlerimizi izinsiz almamamız için oluşturduğumuz ve ikimizin de karşılıklı olarak imzaladığı sözleşme.
Bu kadarla kalmıyor tabi ki. Albüme koymaya layık görmediğimiz ama atamadığımız bir sürü fotoğraf çıktı bir de. Mesela uyuyor gibi poz vererek çekilen fotoğraflar, habersiz çekildiği izlenimi verdiğini sandığımız fotoğraflar, ergen yaşlarda, çirkinlik abidesi gibi ortalıkta gezerken utanmadan kendimizi güzel sanıp verdiğimiz pozlar, telefonla konuşuyormuş gibi pozlar ve son olarak ağzımız açık ufo gören masum köylü pozlarımız.
Bu kadar çok şeyle bir anda karşılaşınca, artık bir karar vermem gerektiğini anladım. Özel birkaç şey dışında, her şeyi attım. Çok tuhaf, hiç içim acımadı. Okurken gülsem bile, o an çok önemli olsa bile, şu anımda hiçbir önemi olmayan şeyler. Zaman içerisinde hislerin şekil değiştirmesi zaten bilinen bir şey ama hiçbir önemlerinin kalmaması çok daha güzel. Şimdi “aaa, o anılar sana çok şey kattı” diyenler olacaktır. Muhakkak kattılar ama o, o zamandı. Hepsine teşekkür ederek, beni ben yapmama yardım ettikleri için minnettar olarak hepsini çöpe attım. Yıllarca biriktirmişim ya, hala kendime inanamıyorum.
Tabi bu bende bir zamanda yolculuk etkisi yaptı. Bir gittim geldim. Attıktan sonra da düşündüm. Zamanda yolculuk olsaydı, hayatımın hangi dönemine gitmek isterdim? Kuşkusuz çocukluğum. Eğer bu mümkün olsaydı, çocukluğumu tekrar tekrar yaşardım ve tüm dünya benim çocukluğumda hapsolurdu.  
Ama hep söyledikleri gibi işte;
Geçmiş, geçmiştir.