26 Mayıs 2014 Pazartesi

AMSTERDAM


Buram buram özgürlük kokan şehir. Bir mevsim kalsam sıkılmam. Gelir gelmez kendisini, kendine özgü tavrıyla ve ruhuyla belli ediyor. İnsanlar ekstra rahat burada. Dünya umurlarında değil. Hemen aklına başka yerlerde illegal olan ama burada legal olan şeyler gelmesin. Onlardan bahsetmiyorum. Şehir, kanallarıyla, müzeleriyle, insanlarıyla, parklarıyla ve bisikletleriyle çok güzel bir şehir. Yani demek istiyorum ki, açık açık;  Amsterdam’da eğlenmek için keke ihtiyacın yok.  
Amsterdam’ın ilginç olan taraflarından birisi; küçük bir şehir olduğu halde sürekli yapacak bir şeylerin olması. Hatta zamanın yetmemesi.

BİSİKLETLER

Şehre adım attığında bisiklet trafiğinden başın dönebilir. Buna hazırlıklı ol. Asla es geçilmemesi gereken kural ise, bisikletlinin kurallarda hep üstün olması. Yani burada ki genel sıralama önce bisikletli, sonra yaya, sonra araba. İlginç olan bir diğer şey ise, bisikletlerin o kadar kullanılmasına rağmen çok fonksiyonlu olmaması. Bunun sebebi Amsterdamlıların, kafaları güzelken, bisikletlerini hep bir yerlerde unutmaları veya bisikletlerini karıştırmaları. Yani sürekli ondan ona değişen bir bisiklet sirkulasyonu var. Orada yaşasam kesin kendi bisikletime bir işaret koyar, kaybolduğunda ise “dönerse benimdir” gibi bir totem yapardım. Bazı konularda batıllıkta çığır açarım. Oraya gittiğinde, bisikletini her yerden kiralayabilirsin. Her yer bir bisiklet mesafesi. Diğer bir ulaşım aracı olarak taksiyi seçersen %90 taksici Türk olacak. Direk pazarlığa başla.

EŞİTLİK VE ÖZGÜRLÜK BÖYLE BİR ŞEY OLMALI


Bizim ülkede en sık söylenen ama uygulamaya gelince vasatın altında olduğumuz yaşanan her olayda belli olan, anlam olarak baya derin kelimeler bunlar. Amsterdam’da tam anlamıyla yaşanıyor. Herkes eşit. Eşcinsellerin en rahat yaşadıkları yer burası. Önyargının ne demek olduğunu bilmiyor buradakiler. Gidersen, bir parka git otur ve gözlemle. Herkes kendisinden sorumlu. Başı örtülü Hintli de orada, yanında bikinisiyle güneşlenen kızda orada. Öpüşen çiftler de orada. Tü kaka yok. Burada ki tek yasak, başkasının özgürlüğünü engellemek.

Coffee shoplar malum. Şehirde toplam 350 adet var. Ama genelde turistler orada. Hollandalılar bu merakları ergenlikte yaşamış ve bitirmiş. Bu kadar fazla olmasının nedeni, uyuşturucudan ve otlardan Hollanda’nın ciddi bir turist geliri elde ediyor olması. Tavsiyem önüne mönü geldiğinde ne alacağını ve onun ne gibi etkilerinin olacağını ne kadar zamanda etkili olacağını en ince ayrıntısına kadar sorman. Diğer bir tavsiyemde hiç bulaşmaman. En basitinden bir space cake’i bile denememen. Bir bildiğim var ondan söylüyorum. Deneme. 

MÜZELER

Ben sadece üç tanesini gezebildim. Adım başı müze olunca bir şehirde, en çok duyduklarımdan yana seçim yaptım. Bunlardan birisi “Madame Tussauds” . Dam meydanında. Ölümsüz aşkım, Hollywood’un olgun serserisi ( asla O’nun için ihtiyar demem) George Clooney ile fotoğraf çektirerek aşkımızı daha da bir ölümsüzleştirdim. Ama en ilginç olan, kurdukları bir kamera sistemi ile Charley Chaplin’le dans edebiliyor olman. Şahsen çok eğlendim.

Diğer müzemiz “Heineken” oldu. Ben pek bira insanı değilimdir. Sevmem birayı ama bu müzede arpa gözümde bambaşka bir yere geldi oturdu. Müzeye girdiğinde sana verilen biletle Heineken teknesiyle bedava kanal turu yapabiliyorsun. Bir de hediye dükkanından bedava ıvır zıvır alabiliyorsun. Bunlarda müze gezmenin bonusu.

Diğeri “erotic museum” oldu. Bir çılgınlık yapıp, “amaaan bir daha nerede gideceksin” diyerek adım attığımız yer. Detay vermek istemiyorum ama bizim için kahkalarla güldüğümüz baya eğlenceli geçen bir müze aktivitesiydi.

FRENZİ

Amsterdam sokaklarında boş boş dolaşırken, karnımızın acıkmasıyla kendimizi attığımız, içinde hiç turist olmayan, Hollanda yemeklerini bulabileceğin restaurant. Çok sevimli, yemek tavsiyesinde bulunan bir garsonu da var. Dam meydanına 10 dk yürüme mesafesinde , biraz içerilerde kalıyor ama kanalın dibinde yemek yerken buna değdiğini düşünüyorsun.

YAPILMAZSA OLMAZ

Muhakkak çiçek pazarına git. En ucuz hediyelikler orada.

“Red Light Street” diğer gidilecek yer. Önce gördüklerine şaşırarak bakıyorsun, sonra senin gibi bakan turistleri görünce “bir ben bön bön bakmıyorum” diyerek rahatlıyorsun.

Amsterdam’lılarla aynı havayı soluyayım diyorsan olman gereken yer “jordaan” bölgesi. Orada bir cafe de oturarak şöyle bir etrafına bakıp “bu adamlar ne yaşıyor biz ne yaşıyoruz” isimli derin düşünce havuzuna giriş yapabilirsin.

Kanal Turu kesinlikle yapılmalı. Oraya gidip kanal turu yapmadan dönmek olmaz. Ama yukarıda da belirtmiştim. Heineken Müzesi’ne giderek bu turu bedavaya getirebilirsin.


Peynir yenmeli. Muhakkak bir peynir dükkanına girip, bütün peynirlerinden denemelisin. İnanılmaz lezzetliler. 

9 Mayıs 2014 Cuma

Avrupa'nın Balkonu: Lüksemburg




Gördüğüm en minik güzel ülke. Lüksemburg şehriyle birlikte toplam 3 şehri falan var. DiliFransızca.  Aşağı yukarı Türkiye’nin 300de biri kadar. Nufusu 500.000 dolaylarında. Bildiğin cep ülkesi. Zorlasan birgünde bütün ülkeyi gezebilirsin ama ben sadece başkent olan Lüksemburg’danbahsedeceğim. Öncelikle unesco’nun kanatları altında olduğunu söyleyeyim.

Buranın birdiğer adı da “Avrupa’nın balkonu”. Böyle denmesinin sebebi şehrin iki katlıolması. Evet evet iki katlı. Şehrin altı ayrı üstü ayrı. Alt tarafı vadi olarakgeçiyor. Her yer olduğu gibi korunmuş. Alt kata indiğinde şatoların arasındagezerken zamanda yolculuk yapıyorsun ve üst kata yani “geleceğe” bakıyorsun.Böylee işte şehirde bi sürprizler bi komiklikler. Bu arada Lüksemburg’un ilerigelenleri ve dük de alt katta oturuyor. Dük konusuna daha sonra tekrargeleceğim.

Şimdigeliyorum üst kata, üst kat ayrı bir dünya. Öyle gök delenler avmler falan yoktabi ki ama amaaa dünyanın en karizmatik bankacıları var. Çünkü burası birbankalar cenneti. Herkes bakımlı pırıl pırıl geziyor yollarda. Eğlence,alışveriş ve işyerleri üst katta. Üst katı anlatabilecek en iyi benzetme şöyleolur sanırım: Nişantaşı’nın büyütülüp büyütülüp şehir olduğunu düşün. İşte öylebir yer.

Diğeraçıdan, nasıl olmasın? Kişi başına düşen milli gelir; 108 bin usd civarında,Türkiye de ise 10 bin usd civarında yani bir Lüksemburglu 10 Türk’e bedel. Dünyanınen zengin ülkesi. İsviçre’yle başa baş gibiler. Anlayacağın; huzur, refah, parabu adamlarda çok gibi. O kadar güvenli bir yer ki, ülkede ki dük, (dük ülkeninbaşı çünkü kral yok) korumasız sen ben gibi dolaşıyor şehirde. Bir de halknasıl seviyor nasıl seviyor anlatamam. Bütün dükkanlarda dükle ailesininresimleri. İnsan özenmiyor değil. Bu arada unutmadan söyleyelim, dünyada ilkeşcinsel başbakan seçen ülke de burası. Hayat oralarda bu kadar güzel olunca,onlar da kendilerine bir slogan bulmuşlar. “mir welle    bleiwe wat mir sinn” Türkçesi “olduğumuz gibikalmak istiyoruz” bu slogandan yola çıkarak, bizim ülkeyi düşünüp, olduğumuzgibi kalmak istemediğimiz bir milyon şey bulabiliriz.

Kesinlikledenenmesi gereken şey bence şampanya. İçimi çok hafif ama isterken şampanyademe, “cremon” de.  Fransızlarla bu konuyüzünden zamanında birbirlerine girmişler. Hassaslar biraz. Alışveriş için “Auchan”,eğlence için ise “clausen” tercih edilebilir.


Gidersen,köprülerden şehrin panaromik fotoğraflarını çekmeyi sakın unutma. 

24 Nisan 2014 Perşembe

Emeklİ Olsam da, Gitsem Brugge'a Yerleşsem...

Hani “emekli olsam da, gitsem sessiz sakin bir kasabaya yerleşsem” dersin ya, hah işte o kasaba Avrupa’da Brugge. Belçika’nın Flaman bölgesinde. Dili Fransızca. Kuzeyin Venediği.

Ufak ama muhteşem kanalları ve yeşilliğiyle kesinlikle görülmesi gereken bir yer.  Bütün Brugge unesco’nun kanatları altında. 1000 yıllık tarihi var. En yeni bina 100 yıllık. Tam bir ortaçağ şehri. Dolaşırken, bilinçsiz bir şekilde gözlerin, birden karşına çıkacak, kılıcını kaybetmiş zırhlı bir tapınak şövalyesi ya da seni imana çağıracak bir papaz arıyor. Ben, kendi adıma şövalyeyi tercih ederim.

Brugge için “tarihi” demek az kalır aslında. Çünkü sen kendini gelecekten ışınlanmış gibi hissediyorsunuz. İnanılmaz romantik. Daracık sokaklarıyla, kanallarıyla, ördekleriyle, altın heykelleriyle, küçük köprüleriyle tam bir masal diyarı. Evler aynı Hansel ve Gratel masalında ki gibi. Üzerlerine çikolata döküp yemek istiyorsun. Ördek demişken, ördeklerin de bir hikayesi var tabi. Zamanında kralın en yakın arkadaşını öldürmüş Brugge lular. Kral da Brugge halkına ceza olarak, ördekleri öldürmeme cezası vermiş. Gerçek olup olmadığını, her şehir efsanesinde olduğu gibi bunda da kimse bilmiyor.

Yapmazsan olmaz: Michalengelo’nun “doni madonna” heykelini görmelisin, o dar sokaklarda dolaşırken dünyanın en eski eczanesine rastalayacaksın. Muhakkak içeriye gir ve eski ilaçları gör. Aynen muhafaza etmişler. Çok tatlı bir sahibi var. İstediğin kadar fotoğraf çekebilirsin. Bu arada en eski hastane de Brugge da. Belfry Tower da kesinlikle görülmesi gereken yerlerden. Zaten meydanda istemesen de görürsün ama en tepesine çıkmak çok zor. Asansör yok, merdivenleri kullanmak zorundasın ama illa Brugge’u tepeden görücem diyorsan “in Brugge” filmini izlemeni tavsiye ederim. Filmde hem Brugge’un  Belfry Tower’dan nasıl göründüğünü, hem anlattığım muhteşem yerleri bol bol görebilirsin.

Danteliyle meşhur ama almana gerek yok. Çünkü son yıllarda hepsini Çin’den getirtmeye başlamışlar. Çikolata da “Brugge Praline” tercihin olabilir. Kesinlikle enfes. Son olarak beni benden alan ve bu masalı tamamlayan oyuncakçının adını veriyorum: “Kathe Wohlfahrt”. Muhakkak uğramalısın. Muhteşem, tahta oyuncaklarla ve hiçbir yerde göremeyeceğin yılbaşı süsleriyle dolu.


“Gidip görsek mi? ” diyenlere şiddetle tavsiye ederim. Çocukken okuduğun masalların içine gireceksin.  



21 Nisan 2014 Pazartesi

Brüksel; Gitmesem de olurmuş aslında...

Hayatımda gördüğüm en saçma sapan şehir, hani yer yer bizimkileri aratmıyor desem doğru olur. Giderken çok farklı bir yer olacağını hayal etmiştim, nede olsa küçüklüğümden kalan “Belçika çika çika” nın başkentine gidiyordum ama o da ne ortada bir tane Brükselli yok. Adamlar yabancıların göçü nedeniyle şehri terk etmişler. Civara yerleşmişler. İşleri düşerse arada bir Brüksel’e uğruyorlar işte.  Brükselli haricinde ne ararsan var. Faslısı Tunuslusu Türkü dolu. Yolda yürürken bile birden fazla laf atan oldu. Hani gidersen bil de ona göre kıyafet seç. Ben tekrar gider miyim? Sanmıyorum. Hani zorda kalmam falan lazım. Bir kere gördüm yetti.
Hiç mi güzel bi tarafı yok? E tabiî ki var. Bir Grand Place var mesela. Şehrin göbeğinde meydan. Tek kelimeyle muhteşem. Victor Hugo, Grand Place için “hayatımda gördüğüm en güzel meydan “ demiş. Kendisine katılmamak mümkün değil. Savaşta hasar görmeyen tek yer de o meydan sanırım. Almanlar her yeri yerle bir etmiş zamanında. O yüzden Grand Place dışında mimari baya zayıf. Çok göç alan bir şehir olduğu için, herkes bina yaparken kendi kafasına göre takılmış.
Ne görülmeli: Grand Place’i gördüysen geriye görülecek tek şey kalıyor. Manneken Pis. Yani; çişini yapan çocuk. Manneken Pis hakkında birkaç tane şehir efsanesi var. Benim en sevdiğim ise, savaş sırasında bombalara çişini yaparak etkisiz hale getirdiği. Bir de Atomium var tabi. Bunun dışında, Ten Ten’in anavatanı olduğu için, Ten Ten mağazasına uğrayabilirsin. Müze olarak ise; çikolata müzesi ve karikatür müzesi en keyif alarak gezilecek müzelerden.

Yenmezse içilmezse olmaz: Tencereyle gelen midye ve patates kızartması. Bunun için doğru adres ise “Leon”. Kesinlikle çikolata yemelisin. Marcolini ve Leonidas markaları tavsiyemdir. E tabi bira içmeden de olmaz dimi. Bira’nın milyon çeşidi var Brüksel de. Bu milyon çeşidi bulabileceğin doğru adres ise Delirium. Waffle’ı da baya övmüşlerdi ama ben o kadar beğenmedim. Belki sen beğenirsin. Denemekte fayda var ;)

10 Mart 2014 Pazartesi

Sardunya Fındıklı Restaurant

Geçen cumartesi Bb’nin doğum günüydü. Doğum günü kutlamalarını seviyorum. Kişinin kendi yeni yılını kutlaması gibi. Yeni yaş, yeni kararlar, yeni başlangıçlar, içinde “bu yaşımda neler olacak acaba” merakı. Garip bir heyecan hali. Hayatı sıfırlayıp yeniden başlama ayini gibi bir şey doğum günleri.

Biz de Bb’nin bu doğum günü için Sardunya Fındıklı Restaurant’ı seçtik. Kalabalık olmaktansa kendi kendimize olmayı tercih ettik. Öz, Bb, Sim, Cen ve ben. Kemik kadro. Biz oluruz da canlı müzik olmaz mı? Tabi ki en alası olur.

Sahnede Bülent Özdemir ve Hande Dönmez vardı. Biraz Bülent Özdemir’den bahsedeyim. Kendisine “bestelerin efendisi” de deniyor. Bir çok parçanın bestecisi. En çok da Ajda Pekkan ve Sezen Aksu’yla çalışıyor. “kaçak, benim yerime de sev, keskin bıçak, amazon, uslandım artık, sana değer, lale devri,…” gibi gibi bir çok dinlerken kendimizden geçip, paralel dünyaya geçiş yaptığımız parçaların bestecisi. Besteleri bam telinden yapıyor olsa gerek.

Hande Dönmez, harika bir ses. insta’da kısa da olsa söylediği bir Ajda parçasını paylaştım. Bülent Özdemir’le inanılmaz bir akşam yaşattılar bize. Uzun zamandır böyle keyifli, canlı müzik dinlememiştim. Olur da denk gelir, blogumu okurlarsa, buradan ikisine de öpücüklerimi yolluyorum. Muazzamsınız.
Geliyorum Sardunyaya. Boğaza sıfır. Muhteşem bir manzara. Denizle iç içe gibisin. Bu manzara tabi ki iştahını anında çarpı iki yapıyor. Yapsın zaten. Çünkü yemekler taze ve lezzetli. Levrek ve pastırmalı ızgara börek özel tavsiyelerimden. Servis hızlı ve iyi, garsonlar ilgililer. Tek sorunum bizimle ilgilenen garsonun fotoğraf çekmede sıkıntılı olmasıydı. Dekor sade ve güzel. Teflerle yapılan duvar panosu ve darbukalardan yapılan avizeler ayrı bir şıklık katmış.


E bu yer nerede tabi. Fındıklı Kabataş’da. Fiks menü, sınırsız yerli içki, soğuklar, ara sıcak, yemek ve tatlıdan oluşuyor. Kişi başı 180 TL. Rezervasyon numarası: 0212 2491092. Ben çok eğlendim. En kısa zamanda kesin tekrar oradayım.  

18 Şubat 2014 Salı

CHOCOLATE YENİLENMİŞ

Geçen akşam harika bir partideydim ama önce olayları anlatmaya baştan başlayayım.

Ne zamandır yazmak istiyorum. Nişantaşı Chocolate’ın dekoru baştan aşağıya değişti. (baştan aşağıya dediğim içeride ki eski avizeleri siyaha boyamışlar. Gözümden kaçtı sanılmasın) şimdi yeni bir concept var ve eskiye göre kıyaslarsam harika olmuş. Yeni hali daha koyu, daha maskülen. Cafe havasından çıkıp bistro bar havasına girmiş.

Bu yeni halinde değişen menusunun ve lezzetli yemeklerinin de büyük etkisi var. Gözüm kapalı Arizona Steak’i tavsiye ederim. Benim gibi kırmızı et hastasıysan kesin bayılacaksın. Ayrıca porsiyonlar da tatmin edici. O konuda da rahat olabilirsin. Klasik tatları arasında dolma var ama ben hiç yemediğim için  yorum yapamıyorum. Servis şahane personel güler yüzlü ama bu yeni olan bir şey değil. Her zaman öyleydi.

Bu değişiklikleri bir aydan beri yazacağım ama “Perşembe partilerinden birine gideyim onu da anlatırım” dediğim için yazamadım veee en sonunda geçen Perşembe oradaydım. Tesadüfen As, o gün karşıdan geldi. Chocolate’da buluşup önce yemek yiyelim sonra da every Thursday party’i bir görelim dedik Yapılması gereken dedikodular olduğu için de erken buluştuk. Biz gittiğimizde 5-6 masa doluydu ama saat 10’a doğru  insanlar bombastik bir şekilde her yeri doldurdu. Bir süre sonra bırak boş masayı, ayakta bile zor duruyorduk. Chocolate hafta sonları da böyleymiş. Dj’i Bahadır Ece. Perşembe günlerinin özelliği ise her hafta başka bir dj’in olması.

İnanılmaz eğlenceli geçti. Uzun zamandır böyle bir aktivitede bulunmamamın da eğlenmemde payı var. Sıla’nin parçasında ki gibi “hadi kalk giyin gez toz” modunda olduğum bir akşamdı. Bunun dışında, kimi ararsan oradaydı. Laf icabı söylemiyorum, cidden herkes oradaydı.


Önceden Chocolate’a gitmemin en önemli sebebi vale hizmetinin olması ve otopark sorunu yaşatmamasıydı. Şimdi bu önemli özelliğinin yanına birçok önemli başka özellikler de eklendi ve beynimin gidilesi yerler bölümünde yerini aldı.

3 Eylül 2013 Salı

Masal Ada Bozcaada

Aylardır tatil için nereye gideceğimize karar veremememiz ve en sonunda “amaaan yakın olsun 3 günlük gidelim bir yerlere işte” diyerek gittiğimiz yer Bozcaada oldu. Daha önce annemle bilmem ne turunda yaş ortalaması benimkinden çok farklı olan bir grupla birlikte gidip görmüşlüğüm vardı. Günübirlik bir gezide ne kadar anlayabilirsen bir yeri ben de o kadar anlamıştım. Bu sefer planlı programlı 3 gece kalmalı gidince durum farklı oldu. Sakinliği, daracık sokakları, minik koyları, uzun bağları, şarapları, cana yakın insanları, buzzz gibi denizi, meyhaneleri ve iyot kokan havasıyla bir masal ada Bozcaada. Arnavut kaldırımlı ara sokaklarında dolaşırken bile şarap kokusu sarhoş edebilir. Derdi tasayı bir kenara bırakarak kendini bir film karesinde gibi hissetmek istiyorsan kollarını açarak seni bekleyen yer kesinlikle Bozcaada.
Nerede yiyelim – içelim – kalalım- denize girelim:
Bertiz Hotel: Sanırım Bozcaada’nin tek butik oteli. Her yer tertemiz. Çalışanları ve sahibi güler yüzlü. Oldukça misafirperverler. Pansiyondan çevirilmiş bir butik otel değil. Başından öyle yapılanlardan. Harika bir havuzu ve denizi var. Denize her bakışında balık sürülerinin oluşturduğu gümüş yansımayı görebilirsin. Güneş batarken barda muhteşem manzara ya karşı,  smooth caz ve biraz blues dinleyerek şarabını yudumlamak harika bir keyif. “evet ben bunu yaptım”.
Ada Cafe: Bozcaada’nin en eski cafesi olma özelliğini taşıyor. Hayatımda ilk defa gelincik şerbetini burada içtim. Tadı muhteşem. Bir şeyler yemek için gittiyseniz ahtapot mücveri kesinlikle denemelisin.
Çiçek Pastanesi: 50 metre uzağındayken bile imalatından çıkan kokuları duyabileceğin. O kokuların karşı konulmaz çekim gücüyle kendini masalardan birinde otururken bulacağın bir pastane. Dünyanın en güzel damla sakızlı kurabiyelerini yapıyorlar. Tadı damaklara şenlik yaptıranlardan.
Koreli Restoran: Bozcaada’da hemen limanın orada. Ayazma’da da bir şubesi var. Sahibi Kore gazisiymiş. Şu anda oğlu işletiyor. 45, 50 yıllık bir işletme. Dünyanın en güzel mezesini burada yedim sanırım. Giderseniz mutlaka “sıcak ot” u deneyin. Tadi ölünesi. Başka nasıl anlatılır bilemedim. Adanın otlarından yapılıyor ve sıcak servis ediliyor. Her şey taze. Adada midye çıkmadığı için midye satmıyorlar mesela. Bu bile bir çok şeyi anlatıyor. Servis bildiğin bol kepçe. Yemeğin sonunda biz bittik, o mezeler bitmedi.
Simyon Meyhane: Ada’nın Arnavut kaldırımlı, dar, meyhanelerin sıra sıra dizildiği sokaklarından birinde. Buraya son akşamımızda gittik. Keyfin son noktasını burada yaşamak istedik. Doğru bir seçim yapmışız. Burada da hayatımda başka bir ilk yaşayarak ahtapot beğendi yedim. Adalılar ahtapotlu mezeleri seviyorlar. Ara sıcak olarak geldi ve inanılmaz. Muhakkak denenmeli.
Polente: Mavi beyaz ağırlıklı, adaya çok yakışan, bir mekan. Akşamüstü yemekten önce veya gece yemekten sonra gelebileceğiniz güzel müzik dinleyebileceğiniz özel kokteyllerinden içebileceğiniz bir yer.
Fuska Bar: Çağdaş Yunanca’da fuska’nın anlamı sabun köpüğüymüş. Denizin tam anlamıyla dibinde. Dalga sesleriyle birlikte Bozcaada şarabını yudumlamak ayrı bir zevk oldu.
Corvus Şarap Fabrikası: Yeni yasayla birlikte fabrikayı gezemeyeceğimizi öğrenmemizle bize tek hayal kırıklığı yaşatan yer oldu. Şarabın alkol değil bir kültür olduğunu anlamak bu kadar zor olmamalı. Artık tadım da ücretli ama mağazalarında bizi harika yönlendiren damak tadımıza göre seçenekler sunan güler yüzlü bir satıcıları var. Resmen kızın işine özendim. Ayrıca belirtmek isterim Corvus Teneia Kraliçe Elisabeth’e yemekte ikram edilen şarap. Alırken tercih edilebilir.
Çok Önemli Not: Muhakkak yapılması gereken bir diğer şey ise rüzgar güllerinin o tarafa gidip bir beş dakika kadar dönüşlerini izleyerek, meditasyon yapmak. Beş dakikayı geçmesin ama. Tehlikeli olabilir.  Akşamüstü saatlerini öneririm. Böylece biraz daha ilerleyerek güneşin denize doğru muhteşem batışını görebilirsin.    
Önümüzde ki günlerde gidecek olanlar için :
 Bagbozumu festivali: 6 Eylül 2013
Yerel lezzetler festivali: 14 Eylül 2013