31 Ocak 2013 Perşembe

İnsan Gaf Yapar...

Hayatta hiçbir konuda gaf yaptım diyerek üzülmeye gerek yok. Ben ki, bu yüzyılda yaşayanlar arasında gaf yapma konusunda birinciliği hiç kimseye vermeyerek gaf ebesi tacını almayı düşünüyordum ki, geçenlerde okuduğum bir yazıda, yapılan gafları görünce benimkilerin devede kulak olduğunu anladım. Yüreğime soğuk sular serpildi. Kızgın kumlardan serin sulara dalış yaptım. Tarihte yapılan en büyük gaflar:
-          “Telefonun ciddi bir haberleşme aracı olarak kullanılmasına engel olacak bir çok eksiklikler var. alet bizim açımızdan hiçbir değer ifade etmiyor” Western Union şirketinin iç yazışması 1876
-          “Havadan daha ağır bir nesnenin uçması mümkün değildir” Kraliyet Cemiyeti Başkanı Lord Kelvin 1895
-          “Uçaklar ilginç oyuncaklardır fakat askeri açıdan hiçbir değer taşımazlar” Fransız Mareşal Ferdinand Foch 1899
-          “Denizaltıların savaşta ne işe yarayacağını anlayamadım. En fazlasından mürettebatın boğularak ölmesine sebep olabilir.” H.G Wells yazar. 1901
-          “Atlar her zaman kullanılacaktır. Otomobiller ise geçici bir moda olabilir” Henry Ford’un kredi talebi üzerine otomobil sektörünün geleceği konusunda ekspertiz veren bir banka müdürü. 1903
-          “Radyo denen müzik kutusunun hiçbir ticari değeri olamaz. Düşünsenize, kendisine gönderilmemiş bir mesajı almak için kim para verir” radyo yatırımı yapması istenen David Sarnoff 1920
-          “Artistlerin konuşmalarını kim duymak ister ki? ” Warner Film Endüstrisi yöneticisi Harry M.
-          “Dünya piyasası 5 bilgisayardan fazlasını kaldıramaz” İBM Başkanı Thomas Watson 1943
-          “Televizyon en geç altı ay içinde piyasadan silinecektir. İnsanlar her akşam böyle bir kutuya bakmak istemez” Twenty Century Fox’un başkanı Daryik Zanuch 1944
-          “Bilgisayarlar gelecekte belki sadece 1,5 ton ağırlığında olacaklar” Popular Mechanic dergisi 1949
-          “Sound’larını beğenmedim, ayrıca gitar guruplarının modası geçti” Decca Records plak firmasının yöneticisi. Beatles için söylemiş. 1962
İnsanoğlu şaşar beşer, bir de gaf yapar.

29 Ocak 2013 Salı

Varoluşunu Rahatsız Eden Şey Ne?

Dün televizyonda izlediğim bir programda böyle bir soru soruldu. Sadece bir soru. Cevabını bulduğunda ise hayatın değişebilir.
Çünkü seni rahatsız eden şeyi bulduğun anda hayatında var olan, belki de bu zamana kadar görmezden geldiğin, olduğunu bildiğin ama içinde kabul edemediğin, birlikte yaşadığın seni mutsuz eden bir şeyleri kabul etmiş oluyorsun.
Kabul etmek ise ikinci bir aşamaya geçiriyor seni. Farklı bir yol çıkıyor önüne. Değişim yolu. Biliyorsun bu yola girersen çıkamazsın. Tam o yol ayrımında geri dönüp, tekrar görmezden gelerek yaşamaya devam edebilirsin. Geri dönmeyerek o yola girersen alışkanlıklarını değiştirmeye başlarsın. Bir sorunla uzun zamandır yaşayan insanlar bilir. O sorun alışkanlığa döner bazen. Değişimden korkmazsan hayatından çalmazsın.
Şu günlerde sancılı dönemler geçiren ve değişim yoluna giren iki arkadaşım var. Birisi üç yıllık evliliğini bitiriyor. Diğeri 1,5 yıldır devam eden ilişkisini. İkisinin ilişkisinde de farklı farklı sorunlar vardı. İkisi de bu geçen sürede görmezden gelmeyi seçti, alışkanlığa dönen,  ikili ilişkilerse kopmak zor tabi. Nihayetinde sorunu buldular. Yüzleştiler. Kabullendiler. Zaten fark etmek, çözmek için adım atmaktır. İkisi de bir süre çözmeye çalıştı. Şimdi ise çözümün ayrılmak olduğuna karar vererek değişime geçtiler.
Ben şanslıyım. Hayatımda ki hiçbir şeyi ben değiştirmek istemedim. O kadar tembelim ki, değişim bile beni yorabilir. Sorunu görmezden gelmeyi seçenlerdenim ben. Şanslıyım çünkü değişim bana kendiliğinden geldi her defasında. Öyle olması gerekiyordu, ben istemeden her şey değişti. Çok üzüldüğüm zamanlar da oldu. Damdan düşer gibi gelince, hiç kendini alıştırmadan, bir hayli zor oluyor normal ayarlarına geri dönmek.  Kendine geldiğinde, o zor geçen bir süreyi atlattığında ise, yemin ederim yağmurdan sonra gökyüzü masmavi olmuş, güneş açmış gibi hissediyorsun. Sonra zaten geçen zamana üzülüyorsun. Sonrası; “ben nasıl göremedimler, daha önce nasıl fark edemedimler, bunca zamanı yazık etmişimler…”
İlişki bazında düşünmeye de gerek yok. Hayatta bin türlü şey var sonuçta. Daha basit düşünelim. Bu bir kilo problemi de olabilir. “kilo bana yakışıyor” diye diye obez olan insanlar tanıdım ben. Kabul etmek istememekten kaynaklanıyor. Değişimin eziyetli olacağını bildiği için o yola giremiyor. Başka bir örnekte hastalık olabilir. Bir hastalığı kabul etmemekte hastalık kadar tehlikeli. En basitinden, diş ağrısı olabilir. En ağırından kanser olabilir. İşin olabilir belki. İş aramak zor geldiği için, yada başka nedenler yüzünden mutsuz olduğun bir iş yerinde çalışıyor olabilirsin.
Sorudan çok etkilendiğim için, senin de kendine bir sormanı istedim. Hayatını bir gözden geçirmeni belki de. Basit bir sorunun bazen çok ağır cevapları olabilir. Hayatında seni mutsuz eden bir şey varsa, onu bulman, yüzleşmen, kabullenmen ve çözüm için adım atmanı dilerim. Değişimden korkarak hayatını harcayamazsın.
-          Varoluşunu rahatsız eden şey ne?

27 Ocak 2013 Pazar

Kardak Balık Lokantası

İki hafta oldu aşağı yukarı. Karşıya kuzenime geçmiştik. Hazır hep birlikteyken güzel bir yemek yiyelim dedik. Ümraniye Alemdağ caddesi üzerinde ki Kardak Balık Lokantası’na gittik.
Küçük ama sevimli sıcak dekorasyonuyla tam bir aile balıkçısı. O kadar aile balıkçısı ki, sevgilinle falan gitsen bir yavan kalabilirsin. Kuzenimin üç canavar oğlu, sürekli gittikleri ve alıştıkları yer olduğu için ortalıkta koşturmaya başladılar. Biz ayıp oluyor dedikçe, çocuklar kendilerinden geçerek koşturuyorlar ama sonra bir baktım herkesin çocuğu var ve herkes aynı durumda. Herkesin çocuğu birilerini rahatsız ettiği için kimse umursamıyor. Yani, bildiğin çoluklu çocuklu aile lokantası.
10 yılı aşmış bir müessese kendileri. İçeriye girdiğimde hemen solda ki bakır davlumbazda balığın göz önünde yapıldığını gördüm. “Balık arkada yapılsa ne fark eder” diyebilirsin tabi şimdi. Haklı da olursun ama ben göz önünde ki restaurant mutfaklarını sevdiğim için benden artı not almasına sebep oldu. Zaten küçük bir balıkçı, daha da şirin göründü gözüme. Belki yer yokluğundan mutfak açıktır diyeceğim ama “amaan sana ne Seçil” diyerek bu konuyu kapatıyorum. Ayrıntıcı kişilik kişiye zarar.
Geçiyorum en sevdiğim olaya, yani balıklara. Ben kalamar tavada ve karides güveçte bu kadar cömert davranan başka bir balıkçı görmedim. Porsiyonlar biraz daha büyük olsa, kovada falan gelebilirdi. O derece yığdılar önümüze. Bir de, hayatımda yediğim en güzel karides güveçti. Sırrını anlamadım. Formülü çok iyi tutturmuşlar. Balıklarda günlük ve tazeydi. Kalabalık olunca, hem levrekten hem hamsiden hem mezgitten tatma imkanım oldu. Bir de ailecek gidince ayıp falan olmuyor. Direk yanındakinin karşındakinin tabağına çatal daldırma hakkına sahipsin. Doğuştan gelen haklar bunlar.
Tatlı olarakda sıcak helva yedik. Süper bir finaldi. Çok lezzetliydi. Tadı hala damağımda.
Tek eksiği, (tabi bu bana göre eksik, bazılarına göre artı) alkol olmaması. İnsan balığı rakı olmadan yiyince eksik bir şey yapmış, bir şeyleri tamamlayamamış gibi hissediyor. Anadolu Yakası’nda oturanlara, kesinlikle tavsiye ederim. Eve sipariş de varmış ama kaç km’ye kadar var bilmiyorum.
Yeteri kadar ağız sulandırdım. Müthiş bir hafta dilerim. Bye byeee.

24 Ocak 2013 Perşembe

Cumartesi Akşamı Evde Oturmanın Dayanılmaz Ağırlığı

Cumartesi akşamı, herkes vay orası senin vay burası benim fellik fellik gezerken, facebook’ta check in yaparken, fotoğraflarını anında instagramda paylaşırken, evde oturan insan olmanın ne demek olduğunu çok iyi bilenlerdenim.
İşin kötüsü, bu durumun insanı depresyona sokma özelliği var. nasıl olmasın ? twitter da her gün 500 tane tweet atanlar, o gün yok olurlar. Canın sıkılır, Facebook’a bir bakayım dersin online olanların hepsi ya annenin arkadaşıdır yada senden küçük kuzenlerin yada bilmem ne teyzenin çocuklarıdır. Bir allahın kulunu bulamazsın konuşacak. Birilerini arayayım da telefonda laflayalım dersin, aklından en yakın dört arkadaşın geçer ve bingo, asıl depresyon burada başlar. Biri sevgilisiyledir, biri yeni tanıştığı biriyledir, birinin işi vardır, biri şehir dışında cehennemin dibindedir. O an anlarsın ki evde kös kös oturmaktan başka yapacak hiçbir şeyin yok.
İşte o anlarda hemen bir silkelenmek lazım. Çeşitli alternatifler bularak depresyon giriş olan bu geceyi anında avantaja çevirebileceğin önerilerim var:
1-      Uzun zamandır izlemediğin dvd'leri alarak, yanında harika bir şarap açarak battaniyenin altına gömülüp, bir taraftan filmlerini izleyip, bir taraftan şarabını içip harika bir gece geçirebilirsin. İsteğe bağlı bira cips de olabilir.
2-      Cumartesi akşamı çalışmak zorunda olanları, kaynanasına gidenleri, evinde akraba ağırlayanları,askerde olanları düşünüp “beterin beteri var” diyerek haline şükredebilirsin.
3-      Hafta içi işten güçten izleyemediğin dizileri yada basket maçlarını falan izleyebilirsin.
4-      Bir türlü bitiremediğin şu kitabını bitirebilirsin.
5-   Kendine kocaman bir pizza ısmarlayabilir veya nutella kaçamağı yapabilirsin.
6-      Hobin varsa, biraz onunla ilgilenir, neler yapabileceğini düşünürsün, hobin yoksa hobinin ne olduğunu düşünürsün.
7-      Bir iki soul album dinleyerek ruhunu rahatlatabilirsin.
8-      Hiç biri olmadıysa, çık bir tur at, vitrinlere falan bak, en yakın avm de biraz dolanıp  geri gel.
9-      Saat 12’yi geçtikten sonra artık Pazar olduğu için rahatlamaya başlayabilirsin.  
10-      http://secilsecti.blogspot.com/ ‘da ki eski yazıları okuyabilirsin.
Bunlardan herhangi birini yaparken, kendini depresyon moduna sokmadan yaparsan daha çok zevk alırsın. O zaman sıkıcı cumartesi akşamın harika bir cumartesi gecesine dönüşür. Aman zaten İstanbul’un cumartesi akşamları iğrenç. Herkes bilir ki çarşamba ve cuma geceleri candır. Karınca sürüsüyle birlikte, eğlenmeliyim koşullanmasıyla dışarda olmadığın için mutlu ol bence. Ben geçen sene de buna benzer bir yazı yazmıştım. Bu yazı da onun devamı gibi oldu bkz: http://secilsecti.blogspot.com/2012/03/ksn-dsarya-ckmak-isteyip-ckamamann.html. Bu arada, bir tek sen evde değilsin.

22 Ocak 2013 Salı

Frankie and Johnny

İzler izlemez yazmaya karar verdim. O kadar izler izlemez ki, ben bunu yazarken filmin bitiş yazısı geçiyor.
Lafı uzatmadan hemen bir Al pacino ve Michelle Pfeiffer boşrolü olduğunu söyleyeyim. Scarface’den sonra bir araya geldikleri ikinci film olma özelliğine sahip. Tiyatrodan uyarlanmış bir film ama bu durum filmi izlerken kesinlikle sırıtmıyor. Yönetmen, Garry Marshall. Garry’nin de Pretty Woman’dan sonra çektiği film. 1991 yapımı bir film ve ben kendimi yedim, “nasıl bu zamana kadar izlemedim ben bunu” diye diye.
Filmde Johnny (Al Pacino) hapisten yeni çıkmış bir aşçı. İlk iş bulduğu yerde işe başlıyor ve orası da Frankie’nin (Michelle Pfeiffer)  garsonluk yaptığı bir yunan lokantası. Derken, olaylar gelişiyor ve Johnny Frankie’ye aşık oluyor. İkisi de şanssızlıkta birbirlerini kovalayabilirler. Tek fark, Johnny’nin hayata daha ümitle bakması. Frankie ise erkeklere ve hayata karşı güvenini kaybetmiş. Hayatına kimseyi almak istemeyen bir kadın.
O kadar güzel bir film ki, hayatta aşkın ne zaman karşımıza çıkacağının belli olmadığını insanın kafasına vura vura anlatıyor.  Aşk karşına çıktığında ise, bütün bildiklerini ve öğrendiklerini yok ederek, güvenmeyi tekrar öğrenmeye çalışıyorsun.
Filmde hastası olduğum cümle Frankie’nin söylediği “yalnız kalmaktan korkuyorum, yalnız kalamamaktan da korkuyorum” ve Johnny’nin söylediği “seni kötülüklerden koruyamam ama karşılaştığında yanında olurum” demesi oldu. “Hay gidi, nerede o eski aşklar” diyeceğim şimdi ama, filmden almam gereken dersi almamış olacağım için bir şey demeyerek burada susuyorum. Son bir şey, izlemediysen mutlaka izle, tam bir kış filmi. Kahveni de al yanına. Bana teşekkür edeceksin. Arşivlik film. Mısır da al. Hadi gittim bye.

20 Ocak 2013 Pazar

Hünkar 1950, Bildiğin Lezzet Şöleni

Geçen hafta, annem Sim ve ben aldığımız iyi bir haberi kutlamak için ufak bir yemek yiyelim dedik. Seçimimiz evimize yakın olan Osmanlı mutfağıyla taaa Amerikalarda, Avrupalarda namına nam salmış “Hünkar 1950” oldu.
“Hünkar mutfağı’nda 1950’den bugüne zamanın silip yok edemediği  zengin bir tat kültürü, babadan oğula elden ele geçerek lezzetine lezzet katıyor.” Diyorlar kendileri için. Hikayesi klasik ama benim sevdiğim klasiklerden. Hünkar’ın büyük dedesi Talip Ügümü 11 yaşında bulaşıkçılıkla başlamış bu işe. İlk lokantasını 1950 yılında Fatih’ de açmış. Sonra, oğuldan oğula, sonra o’nun oğluna bayrak teslimi olmuş. Şu an üçüncü kuşağın ellerinde Hünkar.
Türk ve Osmanlı mutfağını yaşatmakta ki azimleri gerçekten alkışlık. Bir de bizim fark etmemiz gereken bir şey var ki, o da Türk mutfağı’nın dünya mutfakları arasında yerini bulamamış olmasıdır. Şimdi hemen, “yeaaa” demesin kimse. Fransızlar’ın soslu saçma sapan yemeklerini, italyanların pizza ve makarna dışında yemekte pek de işe yaramadıklarını, o çinlilerin kabuklu, ne olduğu belli olmayan yemeklerini düşünecek olursak, Türk mutfağı’nın hak ettiği yerde olmadığını ağzımı doldura doldura söyleyebilirim. Bir onların yemeklerini getir gözünün önüne, sonra bizdeki dolmaları, imam bayıldıyı, hünkar beğendiyi, türlüyü… say say bitmez. Şimdi bir de onların tatlılarını düşün. Sadece yaş pastalar ve jölelenmiş meyveli tatlılar. Bizimkileri düşün. Aşure, sütlü kadayıf, baklava, fıstık sarma… o da say say bitmez. Bak ağzın sulandı bile. Yani, ben haklıyım bu konuda.
Neyse, konuya dönüyorum. Hünkar’ın servisi harika. Sıcak yemeklerin olduğu tezgaha giderek istediğin yemeği seçiyorsun. Yalnız, o tezgahı görme. Yemeklerden oluşan bir tabloya bakıyormuşsun gibi hissediyorsun. İşin güzel tarafı, tablo gerçek. Tatlı seçiminde de aynı uygulama var. Ben o akşam yemeklerden; ayvalı yahninin, zeytinyağlı dolmanın ve hamsili pilavın tadına baktım. Üçü de lezzet şöleniydi. Tatlılardan da kabak tatlısını ısrarla tavsiye ediyorum. Kabağın cinsinden midir nedir, hayatımda yediğim en güzel kabak tatlısıydı. Daha önceden giden birkaç arkadaşım islim kebabını çok övdü fakat ben denemediğim için yorum yapamıyorum. Senin yine de aklında bulunsun gidersen. İçecek menüsünde, alkollü içecek olarak rakı, şarap ve bira var. rakının ve şarabın her çeşidi mevcut.
Bilirsin sana kötü yer tavsiye etmem. Hünkar 1950’de, “Best 100 Restaurants of the World” listesindeki tek Türk restaurant. http://www.hunkarlokantasi.com/main.asp adresinden hem fiyat listesine bakabilir, hem de şubelerini görebilirsin. Bu arada yurt dışında yaşayan varsa, restaurant işlerine de girmeyi düşünüyorsa lütfen kebapçı açmasın. Türk mutfağı restaurantı işine girsin. Valla paraya para demez. Bir de, ben bile bıktım gittiğim her ülkede “kebap house” ları görmekten. Kebap işi tamam artık. Yurt dışında miadını doldurdu. Oysa böyle bir yer olsa, işi bambaşka yerlere götürür. Benden söylemesi ;)

17 Ocak 2013 Perşembe

Hayatımızdan Birand Geçti

Mehmet Ali Birand’ın ölümüyle dün bir kez daha anladım ki, ölüm insanı eksik bırakan bir şey. Hiç ölmeyecek gibi her gün gördüğümüz insanların ölümü, tanımasakta bir burukluk yaratıyor.
 Benim de herkes gibi kendisine kızdığım, zaman zaman hükümete göre haber yaptığını düşündüğüm oldu ama ne olursa olsun, yıllardır televizyonda ana haber saatinde gördüğümüz adamdı. Mimikleriyle, gaflarıyla, sempatikliğiyle herkesi güldürdüğü anlar oldu. Konuşmasıyla, en kötü haberleri bile verirken pozitif yönünü kaybetmeyerek haberleri izlenebilir kılmayı başardı. Saatleri ve kravatlarıyla, aksesuarın ve şıklığın erkek için de önemli olduğunu gösterdi. Her zaman oğlundan ve karısından bahsederek, iyi bir aile babası örneği oldu. Kansere karşı direnişi karşı duruşu bile, bir çok kanser hastasına ümit verdi.
Benim gibi 80 lerde çocuk olanlar, 32. Gün’ü izleyerek, tartışma programlarını anlamaya çalıştı. Program içinde yayınlanan belgeselleri izleyerek Türkiyeyi değil, dünyayı öğrendi. Sadece bizi değil, annelerimizi babalarımızı kaliteli siyasi belgeselle tanıştıran adam oldu. Gençliğimizde ise, artık her şeyi az çok anlayabiliyorduk ve bu programı sonuna kadar izlemek için uykusuz kaldık. Uykusuz kalmaya değer bulduk çünkü. Mithat Bereket, Can Dündar, Cüneyt Özdemir gibi çok önemli isimler bu programda yetişti. Yetiştirdiği insanlara, “hepinizden çok şey öğrendim” diyecek kadar tevazu sahibi bir insandı.
Hepsi bir tarafa, Türk basınını yaptığı röportajlarla, haberlerle dünyaya tanıttı. Türkiye’de habercilik anlamında bir çığır açtı. Dünya da neler olup bittiğini de bize gösterdi.
Daha iki gün önce, kanlı canlı, bitmeyen enerjisiyle karşımızdaydı bu adam. Arkasından “şöyle insandı böyle insandı” diyerek konuşanları, hele küfredenleri anlamak mümkün değil. Kimse sevmek zorunda değil ama bir ölünün arkasından konuşacak kadar bayağılaşmamak zorunda. Sevenlerine saygı duymak zorunda. Bu kadar insanlıktan çıkmamak zorunda. Seversin sevmezsin ayrı konu ama Mehmet Ali Birand’ın hepimizin üzerinde öyle veya böyle hakkı var. Hepimizin hayatından bir şekilde geçmişliği var.
Eski oda arkadaşı Özhan Canaydın’a kavuştu. Sarı kırmızı ışıklar içinde uyusun.

15 Ocak 2013 Salı

Bonibonlu Kurabiye

Malum, blogum unisex bir blog farkındayım. Bu yüzden tarif verdiğim nadir zamanlarda, herkesin yapabileceği tarifleri seçiyorum. Karnı yarık tarifi vermek benim için pek bir anlamsız olabilir ama vereceğim bu tarifte, diğer tarifler gibi herkesin yapabileceği, etrafta “ben yaptım, ben yaptım” diyerek gezebileceği tariflerden. Dikkat ettiğim bir diğer olay da yaptığım ve lezzetinden emin olduğum tarifleri vermem.
Bunların dışında, bir diğer düşüncemde neden erkeklerin mutfağa girmediği. Tamam önceden öyleymiş ellerini suya sabuna dokundurmuyorlarmış da artık öyle değil. Bak İtalyanlara, mutfakta da iyi oldukları için bu kadar nam yaptılar. Adlarını tarihe yazdılar. Neden bir Türk erkeği de kurabiye yapamasın, hatta bkz http://secilsecti.blogspot.com/2012/12/mevsimlerden-scak-sarap.html yazımda tarifi verdim, neden sıcak şarap yapamasın. Neyse, ben tarifi veriyorum. Yapan kazanır.
Malzemeler : 2,5 su bardağı un, yarım tatlı kaşığı kabartma tozu, 170 gr tereyağı, 1 su bardağı esmer şeker, yarım su bardağı toz şeker,  1 yumurta, 1 yumurta sarısı, 1 paket vanilya, 1 su bardağı bonibon
Yapılışı : Önce tereyağını eritip soğutuyorsun, soğuyunca içine şekerleri ekleyip mikserle çırpıyorsun, bu arada fırını 180 dereceye ayarla, bırak ısınsın o. Mikserle tereyağını ve şekerleri karıştırdın ya az önce, hah şimdi onların içine yumurtaları, vanilyayı, kabartma tozunu ekleyerek karıştırıyorsun. Onları karıştırırken, bir taraftan da azar azar unu ekliyorsun içine.  Hepsi karıştıktan sonra, en son bonibonları ekleyerek karıştırıyorsun. Sonra yuvarlaya yuvarlaya tepsiye diziyorsun. Bütün bunları hallettiysen fırında ortalama 10 dakika kadar bekletiyorsun veee finaaaal. Afiyet olsun.
Not: Bu kurabiyenin janjanlı ismi, renkli drajeli kurabiye.  

13 Ocak 2013 Pazar

Halit Kıvanç - 90'lık Delikanlı

Geçenlerde annemle Cevahir’de o ev mağazası senin bu ev mağazası benim gezerek, peçetelik gibi saçma sapan bir şey ararken, birden karşımda o’nu gördüm. Masanın birine, her zamanki şıklığıyla oturmuş, kahvesini yudumluyordu. Sonra her şey büyük bir doğallıkla gerçekleşti. Annemin birden Halit Kıvanç’a doğru yürüdüğünü gördüm. Bende arkasından tin tin tabi. İçimden de yanına gidince ne söyleyeceğini merak ediyorum. Sonra annemin “sizi çok iyi gördüm, böyle gördüğüme çok memnun oldum” demesiyle birden sohbet başladı. Ben şaşkın izliyorum. Bir taraftan da içimde bir mutluluk, yılların Halit Kıvanç’ı karşımda, bizimle sohbet ediyor. Büyük bir zerafetle, bize doktorunun Şişli’de olduğunu, kahve içmek için oraya geldiğini, artık 90’ına merdiven dayadığını ama radyo, TV işleriyle vakit geçirdiğini anlattı. Bu arada, bunların hepsini ayak üstü konuşuyoruz. Masasına oturmuş falan değiliz. Biz yanından ayrılırken de, anneme sağlıklı bir yaşam, bana da parlak bir gelecek diledi. Pozitifliğine, zerafetine, beyefendiliğine hayranlığım bir kez daha arttı.
“Çocukluğumda konuşma zorluğu çekiyordum, bu olay aileyi çok üzdü. Sonunda komşulardan biri imdada yetişti. Evinde kanarya besleyen bir hanım, kafesteki kuşun suyundan içirdi bana. Bir süre sonra konuşma zorluğum ortadan kalktı. Şimdi ötmeyen kuşlara benim suyumdan içiriyorlar” demişti bir zamanlar mikrofon cambazı. 1926 yılında Fatih’de beş kardeşten biri olarak doğmuş. Ortaokulu Tokat’da bitirmiş. Hukuk fakültesine giderken “guguk” dergisinde yazmaya başlamış. Fakülteyi bitirdiğinde, bir süre yargıçlık yaptıktan sonra İngiltere’ye giderek BBC’de maç spikerliği yapmaya başlamış.  
Benim kendisini bilinçli olarak hatırlamam ise, bir 23 Nisan gününe denk gelir. “şimdi de Polonyalı çocukların danslarını izliyoruz” demesini çok net hatırlıyorum mesela. Bu güne kadar sayısız program yapmış, kitap yazmış, maç anlatmış büyük üstat. Türk televizyon tarihine geçecek isimler arasında en önemli isim bence. Dünya basınında Peleyle röportaj yapan ilk gazeteci olduğunu ve Papa’yla görüşen ilk Türk gazeteci olduğunu da hatırlatmazsam olmaz şimdi. “Bir koltukta kaç karpuz” isimli kitabında, Anadolu’ya tayin olduğunda akreplerle arasında geçen mücadeleyi, radyodan TV’ye geçişini, yaşadığı zorlukları ve hayatıyla ilgili pek çok detayı seninle sohbet eder  gibi bir dilde yazmış. Bir solukta okunan kitaplar arasında, kesinlikle tavsiye ederim. Kitabı bitirdiğinde Halit Kıvanç’la sohbet etmişsin gibi bir tat kalıyor ağzında.
O kadar çok seviyorum ki onu, yazdıkça yazasım geliyor. Televizyonda ne zaman görsem yüzüm gülüyor. Bu aralar NTV Radyo’da hafta sonu programı yapıyor. Denk geldikçe dinliyorum. Türkçe sunumu ve akıcı konuşmasıyla, düzgün konuşmaya imrendiriyor beni. Samimiyeti, içtenliği, sempatikliği ve sıfır ego halleriyle düzgün bir insan olmanın cevabı gibi benim için.  
Bu arada, gördüğümde dikkatli inceleyince fark ettim. Saçları şakaklarından hafifçe açılmış. Ufak bir yaşlanma belirtisi olduğunu düşünüyorum. ;))

8 Ocak 2013 Salı

Cem Yılmaz "CM101MMXI FUNDAMENTALS"

Türkiye’yi güldüren adam. Bu güne kadar gösterilerine dört defa gittim, sinemada oynamaya başlayınca, haftasında sinemaya da gittim. Her seferinde verdiğim paranın hakkını aldım çünkü her defasında kahkahalarla güldüm. Sinemada gösterilmesi de çok iyi düşünülmüş. Herkes gitsin, görsün. Bol bol gülsün. Adam komedyen mi? Komedyen. Güldürüyor mu? Fazlasıyla güldürüyor. Benim yüzümde çalışmayan kas kalmıyor. O derece. Sinema gösterisini izlemeni tavsiye ederim.
Esprilerinde teknolojiden tut da, kadın erkek ilişkilerine, yurt dışında yumurcağa dönen Türk’e kadar bütün tespitleri gerçek. İnanmayacaksın ama “beni güldüremiyor o kadar, birkaç kere gülümsedim sadece” diyen insanlar gördüm. Neye güldüklerini çok merak ediyorum. Bu esprilere gülmeyip, Şahan’a mı gülüyorlar yoksa diye düşünmüyor değilim.  Adam “bir tat bir doku” günlerinden beri bizden örnek veriyor. Bizim hakkımızda yaptığı tespitler o kadar doğru ve o kadar gerçek ki,  80’lerde çocukluk ve ergenlik dönemini yaşayan birçok insan “bir tat bir doku” gösterisi sayesinde saçma sapan alışkanlıklarından vazgeçti. Tuvalet bekleme alışkanlığı bunun en basit örneğidir.  
Sinema gösterisinde, beni koparan ve aklımda kalan bir iki cümlesini seninle de paylaşayım. “artiste, artistlik yapma denen bir memlekette yaşıyoruz” ve “amerikana dayayacaksın. Bakın politik mesajda verdim” demesi. Böylece politik espride yapmış oldu. Bir de neden bu kadar merak ediliyor ki, Cem Yılmaz’ın görüşü. Adam Atatürk’e olan sevgisinden oğluna Kemal adını verdi. Daha ne yapsın? Politik espri yapsın da, gösterileri mi yasaklansın?
Neyse, konuyu bağlıyorum. Sonuçta; kıyafetinde, filmlerinde, sevgisinde, tavırlarında, TV programlarında, yaşam biçiminde hatta trafiğinde bile arabeske doyamayan bu ülkede ben bu adama deli gibi gülüyorum. Üstelik bütün bunlara komik bir gözle bakmamı sağlıyor.  Sevmeyeyim, övmeyeyim de ne yapayım?

6 Ocak 2013 Pazar

Bir Ruhsal Şifa Yöntemi Olarak Bruno Gröning Öğretisi

Pazar günü yapacak pek bir şeyim olmayınca, annemle ve arkadaşıyla birlikte Nişantaşı’nda  “ruhsal yoldan şifa” belgeselinin verildiği bir öğretiye katıldım. Ruhsal şifanın geliş yolunu öğreten ise Bruno Gröning. Kendisi anlatmıyor. Ölümünden sonra yapılan bu belgeselde 50’den fazla şifa bulan insanın yaşadıklarını dinliyorsun, bir de Bruno’nun hayatını. Hayatı boyunca yaşadığı iyi kötü bütün evreleri izliyorsun. İnsanların bireysel olarak nasıl şifa bulabileceklerini, hastalıklarından, depresyondan veya bağımlılıklarından (sigara, alkol, uyuşturucu vb) nasıl kurtulabileceklerini belgeseli izlerken de az çok anlıyorsun.
 Biraz Bruno’dan bahsedeyim sana. 1906 ve 1959 yılları arasında Almanya’da yaşamış. Yaşadığı yıllar boyunca da mucizevi bir şekilde herkesi iyileştirmiş. Dokunduğu körler görmeye başlamış, “yürü” dediği yürüyemeyen felçli insanlar yürümeye başlamışlar ve daha bunlara benzeyen pek çok olağanüstü olay olmuş. İlginç olan, dokunduktan ve ya “artık iyisin” dedikten saniyeler sonra, görmeye, yürümeye, koşmaya başlamaları. Bak dakika bile demiyorum, saniyeler içinde oluyormuş bütün bunlar. Bruno’nun, bu özel yeteneğini ailesi, Bruno henüz çocukken ninesini iyileştirdiğinde fark etmiş. Boynunda oluşan bir şişlikle yaşayan adam, (ki bu şişlik, enerji birikiminin bir sonucuymuş) çocukluğundan ölene kadar herkese şifa vermeye çalışmış, hem de hiç para almadan. Para alırsa bu yeteneğinin kendisinden geri alınacağını düşünmüş. Kendisine inanan herkese ise “ben bir şey yapmıyorum, her şeyi Tanrı yapıyor, O’na teşekkür edin, ben sadece aracıyım” diyerek cevap vermiş.
Bruno öldükten sonra ise, O’nun öğretileriyle insanların hala şifa bulduğunu gören yakın arkadaşları, bunu yaymaya ve daha çok insanın faydalanması için paylaşmaya karar vermişler ve gönüllülerden oluşan bir dernek kurmuşlar. O dernek Almanya’dan İstanbullara kadar gelmiş. İstanbul’da Şaşkınbakkal, Taksim ve Nişantaşı’nda isteyenlere belgeseli izletiyorlar ve daha sonrasında konu ilgini çekerse, şifa öğretilerine katılabiliyorsun. Asıl bombayı şimdi patlatıyorum, bunun için herhangi bir ödeme yapman gerekmiyor çünkü gelen herkes gönüllü. İstersen bağış yapabilirsin, paran yoksa onu da yapmazsın. Ben bunu duyduğumda, tepkim “ nasıl yani, gönüllü yapıyorlarmış, öylemi, allah allaaah, niye ki ” olmuştu ama gidip gördüm. İşin içinde herhangi bir dalavera olduğunu düşünmüyorum. Bruno’nun belgeselinde de zaten, bu işi para için yapmamak birinci sırada. Gönüllü olarak, böyle bir öğretiyi yaymaya çalışan ve insanlara yardımcı olmaya çalışan insanlar olduğunu bilmek çok güzel. Mutlu oldum bende bunu düşününce kendi kendime.  
 Senin hiçbir hastalığın olmasa bile, yakınlarında olan, hasta birileri varsa önermeni tavsiye ederim. İşe yarayıp yaramadığını bilmiyorum, bunu deneyebileceğim bir hastalığımda yok çok şükür ama bir kişide bile işe yarasa, o bir kişinin hayatı değişir.
“Açıklayamayacağımız çok şey vardır ama yapamayacağımız hiçbir şey yoktur” Bruno Gröning
Ulaşabileceğin ve sorularına cevap alabileceğin mail adresi : erhan.zehra@gmail.com

3 Ocak 2013 Perşembe

Anna Karenina

Öncelikle şu konuda anlaşalım, uyarlama filmler gerçekten zor. Kendimden bilmiyorum ama düşününce bile zorluğu anlaşılıyor. Her şeyden önce dönem filmi olarak aktarılması gerekiyor ve bu bile başlı başına bir iş, hele ki söz konusu olan bir Tolstoy eseri ise. Anna Karenina Tolstoy’un en önemli eserlerinden birisi bence. Bu zamana kadar tam 13 kere uyarlanan bir eser. Yönetmen Joe Wright. Bana göre, müthiş bir iş çıkarmış. Wright’ın dönem filmi çekme konusunda ki başarısı, daha önce “atonement” ve “pride and prejudice” da kanıtlanmıştı. Bu filmde de kitaba tamamen bağlı kalmış. Geçişler olağanüstü olmuş. Bu geçiş konusuna da değinmek istiyorum. Bu filmde farklı bir yöntem izlendiği için, geçişler ya sevilir ya nefret edilir. Ben sevenler arasındayım.
Anna rolünde Keira Knightley vardı. Başarılı bir oyunculuk olmuş ama Anna’nın ağırbaşlı yönünden ziyade aşkı için sınır tanımayan yönünü daha çok ortaya çıkarmış. Jude Law, Anna’nın kocasını oynuyor. İçine dönük, sevgisi için susan, yer yer tutkulu, çaresiz aşık rolünün hakkını vermiş. Taylor Johnson ise beni büyüledi. Başka filmlerde de görmek istiyoruz kendisini, hep görmek istiyoruz. Hollywood sineması’nın aranan jönlerinden olsun, yerine kimseler konamasın istiyoruz. O derece.
Kitabı okumadıysan, (okumadıysan gözüme gözükme) o dönemin Çarlık Rusyası, köylüleri, toprak efendileri, aşkı, alt sınıfı, üst sınıfı, ekonomisi, politikası, köylüleri hakkında bir çok şey öğrenebilirsin. Bununla bitmiyor. Edebiyat, müzikal, tiyatro ve dansın sinemayla bütünleştiği bir film olmuş. Görsel ve duyumsal şölen.
Unutulmaz sahneler arasında ise; bir vals sahnesi vardı ki Anna’nın siyahlar içerisinde salonun ortasında dans ettiği. Bir sahne ancak bu kadar aşk ve gerilim yüklü olabilir.
Tolstoy efendi bir yerlerden izliyorsa, kesin yüzünü güldüren bir film olmuştur. Arşivlik bir film. Bir de ben dönem filmlerine bayılırım.

1 Ocak 2013 Salı

Sene Olmuş 2013...

Artık doya doya bu cümleyi kullanabilirim. Bazı şeylere dokundurmak istediğimde baştacı olacak cümlem. Bir yıl boyunca gönlümün istediğince, canımın istediği yerde kullanarak, atar yapabileceğim biricik cümlem. İlk dokundurmalarımı yapıyorum. Hepsi dokundurma değil tabi, arada güzel şeyler de var. Fazla karamsar bakmamak lazım.
Sene olmuş 2013:
Hala msn kullanan insanlar var.
Hala uçan kaykay araba vs yok. Daha kötüsü, hala uçak var.
Işınla ilgili hiçbir şey yok. Ne ışın kılıcı, ne ışınlanma.
Hala burçlar konuşuluyor.
Daha hala 2012’de kalanlar var.
Hala kansere çare bulunamadı.
Hala yeni yıla girerken adam gibi eğlenemiyoruz.
Hala platonik aşkımla tanışamadım.
Hala gayleri yadırgayan ve döven bir kesim var.
Hala ağrısız sızısız ameliyat yok.
Asgari ücretle yaşamak hala çok zor.
Kereviz hala besleyici yemekler içinde.
Hala çocuk tecavüzleri ve çocuk gelinler var.
Hala kadınlar kocaları babaları ağabeyleri tarafından öldürülüyorlar.
Hala bir kahvenin 40 yıl hatırı var.
Hala ateistlerin bakış açısını kabullenemeyen insanlarda var.
Hala sanattan anlamayan bir toplumuz.
Kitap okumayla ilgili büyük problemimizi hala aşamadık.
Hala cehaletin mutluluk olduğuna inanıyoruz.
Bakış açımızı değiştirmek hala bir kabus kadar korkutucu.
Nabza göre şerbet vermek hala işe yarayan bir ikiyüzlülük yöntemi.
Şaşıracaksın belki ama hala polisler joblarını kullanıyor, hatta jobları yetersiz kalıyor, tekme tokat, biber gazı gibi ek malzemelere de başvuruyorlar.
Hala insanları mezhepleri, dinleri, uyrukları, fakirlikleri, zenginlikleri yüzünden ötekileştiriyoruz.
Hala sadece insan olduğumuzu anlamadık.
Hala o çok beğendiğim ayakkabıyı alamadım.
Hala radyodan şarkı talebinde bulunan insanlar var.
Hala zamanda yolculuk yok.
Dünya barışı hala söz konusu bile değil.
Hala spor yapmayan insanlar var ki ben onlardan biriyim.
Ülke olarak hala bilimde geriyiz.
Hala, sokaklarda dilenen insanlar ve evsizler var.
Hala bindiğimiz alametteyiz, hala kıyamete doğru gidiyoruz. Bu kavram bu sene de değişmeyecek.
Hala aşk var, hala bitmeyen dostluklar var, hala umut var.
Bir de hala benim gibiler var. Bir bitmedik tükenmedik.