30 Eylül 2012 Pazar

TA-ZE, Çoook Taze

Geçenlerde kendimi Bağdat Caddesi’nde buldum. Vitrinlere bakarken, TA-ZE yazısını görür görmez, “iştee oradaaa” diyerek, kendimi içeriye attım.
Tariş’in markası TA-ZE’nin el kremini geçen kış bir arkadaşımda görmüştüm.bir kere kullandım ve tabir-i caizse resmen kreme el koydum. Kış aylarında, pul pul kalkan ve çatlaklığı abartarak kanama boyutlarına gelen ellerime iyi gelen, gelmiş geçmiş en iyi krem unvanını da kendisine verdim.
Cadde’de de TA-ZE’yi görünce “Allahııımmm, bir güç beni içeriye çekiyoor” diyerek, attım adımımı. İçeriye girdiğimde beni miss gibi bir koku karşıladı, hemen ardından da kocaman gülümsemesiyle Yasemin Hanım.
Yasemin Hanım’ın zeytinyağı hakkında bilmediği yok. Gerçekten yok. Ne sorsam, sabırla cevap verdi. Baktım her şeyi bilen bir insan var, bende sordum da sordum. Zeytinyağıyla ilgili çok önemli şeyler öğrendim, artık gurmelik yapanlara benim de söyleyecek iki çift lafım var, hahaaytt.
Tariş benim için hem nostaljik hem güncel. Ben küçücükken amcam Denizli Tariş’in müdürüydü. O bahçesinde ne günlerim geçti. Neyse o ayrı bir konu ama o yıllardan beri, bizim eve başka bir zeytinyağı girmedi. Bizim evde ki, yılların alışkanlıklarından biri Tariş. O gün, bu zeytinyağlarının Ezine’den Fethiye’ye 32 farklı kooperatifte yetişen çeşit çeşit zeytinden yapıldığını öğrenince, haa dedim, varmış büyüklerimin bir bildiği. Tam ben bunu düşünürken iki tonton amca girdi içeriye. Birbirlerine bir sabun zeytinyağı tavsiye edişleri vardı ki görmeliydin “bu iyi, bu ondan daha iyi” diye diye. Onları da duyunca, tamam Seçil dedim, doğru yoldasın.
Tariş zeytinyağında uçmuş. Biberiye, turunç, fesleğen, kekik, sarımsak aromalı zeytinyağı yapmışlar. Bir de bu yağlar, dünyada ödüller almış. Bu aromalıların dışında da çeşit çeşit zeytinyağı vardı fakat benim ilgimi iki özel zeytinyağı çekti. Onların şişeleri falan daha bi afilliydi. Onlar çok meşakkatli işlemlerden geçerek oluşuyormuş. “Çiğ yağ” denilen bi olay. Anne sütü kadar doğal olduğu da ispatlanmış. Bu önemli bence.
Geçiyorum şimdi TA-ZE kişisel bakım ürünlerine. Geçen yılki tanışmam, bu kış dostlukla sonlanacak çünkü hiçbir üründe boyar madde, hayvansal madde ve parfüm yok. Veee HAZIR MISIIIIIIINNN, iyi haberi veriyorum: kişisel bakım anlamında ne ararsan var. “Bi ben aramıyorum, benim bir de bebeğim var” diyorsan, bebişler için de ayrı ürünler var. Heyecanlanma, yavaş yavaş anlatıyorum. Bi kahve al bence, sonra okumaya devam et.
Kişisel bakım ürünlerinin hepsi zeytinyağından yapılıyor. Şampuanlar, saç bakım kremleri, el ve vücut losyonları, defneli – kekikli sabunlar, sığlalı sabun (sığlalı sabun önemli. Sığla yağı çok zor elde ediliyormuş, kendileri yaralara deva oldukları gibi, Kleopatra’nın da aşk iksiri ve parfümüymüş öhöö öhö) naneli, adaçaylı doğal meyve liflerinden hazırlanan pealing sabunları ( bundan o gün aldım, şu an kullanıyorum. Sonuç super). Daha neler neleer, bu böyle uzar yani, yaz yaz bitmez.
Geçiyorum TA-ZE Baby serisine. Adamlar bebek için düşünülebilecek her şeyi düşünmüş. Bebek sabunu, süngeri, peştemali, bebe yağı… kısacası, bir bebişe lazım olacak her şey. Tekrarlamama gerek yok artık sanırım. Tabi ki bunlar da %100 doğal ve özel olarak hassasiyetle hazırlanmış ürünler.
Bir de zeytin ağacından yapılan sabunluk, peynir tahtası, mumluk, makarna ölçeği, nihale gibi şeyler vardı. Üzerlerinde ki bir kağıtta “ben Ege’den size uzanan bir zeytin dalıyım. Yüzyılların bilgesi, artık meyve vermeyen bir zeytin ağacından yada budama zamanı zeytin odunlarından elde edildim. Bana sahip olmanız için bir zeytin ağacı kesilmedi, zeytin odunu işlendi. Ustalıkla, güçlükle, aşk ile…” yazıyordu. Seni bilemiyorum ama, ben doğa aşığı olduğum için çok etkilendim.
İşte böyle; anlat anlat, yaz yaz bitmez bir yerdeydim. Daha şarap sirkelerinden, zeytinlerden, incirlerden, yemek kitaplarından bahsedecektim ama halim kalmadı. Senin yolun Bağdat Caddesi ne düşerse bi gir bak, ya da İzmir de Konak Pier’e. “ne zaman gidicem Seçil yaa” dersen, e sen de haklısın. Ben bile bunca zamandır yeni gidebildim. Şurdan şurası oysa. İnternet sitesinden de alış veriş yapılabiliyormuş. Linki veriyorum. Bu kadar anlattım, bi göz at, ayıp olmasın.

http://www.ta-ze.com.tr/

27 Eylül 2012 Perşembe

Aklını Kullan Aksini Düşün

“Mantıklı adam kendini dünyaya uydurur, diğeri dünyayı kendisine. Dünyanın bütün gelişimi, mantığı bir kenara bırakan insanlara bağlıdır.” Kitabın içinde yer alan ve beni en çok etkileyen paragraflardan birisi.
Paul Arden bu kitabı için her ne kadar “kişisel gelişim kitabı değil” dese de, bence farklı noktalardan konuya değinilen bir kişisel gelişim kitabı.
Kitapta mantıklı olmanın çokta mantıklı olmadığından, güvenli sularda yüzerek risk almadan yaşanan bir hayatın akıllıca görünmesinden ama aslında bunun çok sıkıcı bir seçim olduğundan, hayallerin uğruna bir kere de olsa şansını denemen gerektiğinden, kendine ve hayallerine şans vermenin, risk almanın aslında korkulacak bir şey olmadığından bahsediyor.
Bana kalırsa çok haklı. Çünkü yaptığına pişman olman, yapmadığına pişman olmandan daha iyi ve mantıklı olmak gerçekten çok sıkıcı. Etrafıma baktığımda gördüğüm şey, mantıklı ve sıkıcı insanlar. Uygun sevgili seçimleri, uygun eş seçimleri, uygun ev seçimleri, uygun iş, hatta yemek seçimleri… gerçekten çok uygun olan fakat bir o kadar kendinden ve hayattan bıkmış insanlar görüyorum etrafımda.
Okurken kendimle ilgili bazı konularda, nokta atışları buldum. Bunlardan birisi “ çok fazla fikre sahip olmak her zaman iyi değildir. Çünkü kolaylıkla fikir değiştirebilirsiniz” yazan bölümdü. Okur okumaz, “işte ben buyum yaaa, tek fikirli değilim ki beeen” dedim. Bunun gibi bir çok anekdot bulabilirsin. Seninle ilgili de, bazı konularda, hedefi bulacağına eminim. Belki de, içinde bir yerlere gömdüğün hayallerin aniden fırlar.
En sevdiğim soru ise, kitabın sonunda.
-          Sana sürüden ayrılmanı kim söylüyor ?
-          Kurt mu, sürü mü ?
Not : Kitabın yarısından fazlası resimli, bir anda okuyup bitirebilirsin. Bitirdikten sonra da ara ara ele alınıp karıştırılmasında fayda var ;)   

25 Eylül 2012 Salı

Bir Lezzet Diyarı Olarak Hacıbey Kebapçısı

O biiiir klasik. İskender söz konusuysa, bu adamlar, iskenderin babası dedesi büyükbabası falan. 1950 lere dayanıyor geçmişleri fakat Teşvikiye de 1994 den beri varlar.
Arkadaşlarınızla giderken, aralarında kebap sevmeyen varsa, boşuna gitme. “Ben kebap yiyeyim, sen lahmacun ye, sen diyettesin salata ye” gibi bi olay söz konusu değil. Kuralları var Hacıbey’in. Herkes kebap yiyecek. Müşterinin isteğine göre hareket etmiyorlar. Dediğim gibi kuralları var. Kebabın nasıl olacağına da sen karar veremiyorsun. Yanında pilav istemeyeceksin, benim ki sadece et olsun demiceksin. Bursa kebabı yemek istiyorsan, oturacaksın paşa paşa, önüne ne koyarlarsa onu yiceksin. Hakiki Bursa kebabı o önüne koydukları.
Her şeyi usulüne göre yapıyorlar. Ucuza kaçmıyorlar. Yöresel bir lezzet olduğu için, diğer yörelere de saygılılar. Künefe yok mesela menüsünde. Künefe, Hatay mutfağı demiş, girmemiş hiç oralara. Peynir tatlısını, özel yapım Kemalpaşa’dan, kabak tatlısını ise Aydın’dan getirttikleri bal kabağıyla yapıyorlarmış. Senin için bunu da araştırdım, sordum soruşturdum.
Önünden geçerken seni kokusuyla hipnotize edebilen bir yapısı var. “Bu koku, bir cihaz yardımıyla falan dışarıya mı veriliyor acaba” diye, zaman zaman düşünmüşlüğüm olur.
Tarih kokan dekoruyla, annemle benim klasiklerimiz arasındadır. O kadar klasiğimiz ki, annemsiz gittiğimde, kendimi anneme ihanet ediyor, hayırsız evlat oluyormuşum gibi hissediyorum.
Yeri Teşvikiyede. Harbiye Karakolu’nun karşısında. İlla git demiyorum ama Bursa kebabını seviyorsan, muhakkak git, rüya gibi başlayan kebap sevgini masal gibi sonlandır diyorum.

23 Eylül 2012 Pazar

Binlerce Roman Biraraya Gelirse


Yaklaşık 4000 – 5000 arası Roman düşün. Hepsinin aynı salonda bir arada olduğunu düşün. Sahne de de yine Roman sanatçıların olduğunu, konser verdiğini düşün. Hayal etmesi bile komik. İşte aynen böyle bir ortamdaydım geçen akşam.

Beyoğlu Belediyesi, Romanlara böyle bir etkinlik düzenlemiş. Allaaah , kendileri çaldılar, kendileri oynadılar bütün gece. Bir cümbüşlüydü, bir cümbüşlüydü.

Biz Bih’le Tu’nun davetlisiydik. “elimde davetiye var yaa, gelin hadi gelin, valla bak çok eğleniriz” deyince, “gidelim bakalım, bundan da eksik kalmayalım, bir yerimiz şişmesin” dedik. Kapının biraz ilerisinde hem Tu’nun gelmesini bekliyoruz, hem de gözlem yapıyoruz. Biz gözlemlerken bir başladılar mı orada kavgaya. Biri sıraya kaynak olmaya çalışmış. Öndeki arkaya doğru bağırıyor “ a be zıra vaar zıra, görmezmisin, Allah cezacıını versin” arkadan hemen cevap “ yimedik zıranı bea, alasın başına çalasın o zırayı”. Biz önce bi şaşırıp, ardından kahkahalara gülmeye başlamıştık ki, hemen kahkahamızın dozunu ayarladık. Yusuf Yusuf bir durum da oldu hani.

Sonra Tu geldi. sıraya girmeden (çok şükür) girdik içeriye. Önlerde bir yerdeyiz. Sahneye Roman sanatçıların biri geliyor, biri gidiyor. Ya bu ülkede kaşık virtüözü varmış, hatta dünyada tekmiş. Roman kendisi. O gece izledim. Kaşıkla ne hareketler, ne şekiller. “Aaaah aaah” dedim ve o malum geyiği yaptım. “bu adam Amerika da olsa, değeri bilinirdi” dedim. (e birinin demesi gerekiyordu ). Sonra birileri, birileri, birileri daha çıktı ama asıl Show sahnede değildi, seyircideydi. Arkama ne zaman dönüp baksam, herkes ayakta göbek atıyor. Bu kadar göbek atan insanı her zaman bir arada görmek zor. Karşılıklı oynayanlar, yerim dar diyerek merdivende oynayanlar, tepelerde oynayanlar, aklına ne gelirse hepsi vardı.

İkinci yarı da da Kiboş, assolist olarak sahnedeydi ama bizim gitmemiz gerekti. Gecenin en göz alıcıları tabi ki, allı güllü elbiseler giyen, saçına çiçek takan Roman kızlardı.

Sevindi be şoparlar.

20 Eylül 2012 Perşembe

Stevie Wonder, Leonard Cohen ...


Bu aralar evrenle değişik bir anlaşma içerisindeyim. Stevie Wonder ve Leonard Cohen konserine gittim bir hafta içerisinde. Bu eylülde ne bereketli aymış. Beş gün arayla geldiler. Önceden ikisine de gitmek istediğim halde, içimden nedense bilet almak da gelmemişti. Meğer sebebi varmış. İkisine de gideceğim son anda belli oldu. Dahası biletler şak diye önüme düştü.

Önce Stevie Wonder’dan bahsetmek istiyorum. Konser Küçükçiftlik Parkdaydı. Sahneyi zar zor görebildiğim halde, inanılmaz zevk aldım. Tek üzüldüğüm konu, yaklaşık iki saat kalması ve kızı Aisha’ya şarkı söyletmesi oldu. Bana yetmedi. Stevie Wonder yani adam. 150 saat kalsa, yine yerimden kıpırdamaz dinlerdim.

Bütün konseri seyirciyle birlikte yaptı diyebilirim. Empire of State’de New York yerine İstanbul falan dedirterek, seyirciden koro oluşturdu. Diğer parçalarında da aynı olay devam etti. O kadar sempatik bir adam ki, sevgimi göstermek için yanaklarını mıncıklamak istedim. Tekrar geleceğini söyledi. Ama Stevie’e güven olmaz. 1989 da da “en kısa zamanda Türkiye’ye geleceğim” demişliği var tarih sayfalarında.

Geliyorum Leonard Cohen’e. O nasıl büyülü bir ses, o nasıl bir yorum, o nasıl bir zerafet. Bana bir cümle kursa, o anki etkilenmemle, ömür boyu ütülerini yapar, çamaşırlarını yıkar, köpeğini gezdirir, kulu kölesi olabilirim. Benimle konuştuğunu düşününmek bile adama olan hayranlığımı arttırıyor. Nasıl etkilenmişim anla. 

Dance me to the end of love ‘la başladı. Ben o an bir eridim bittim zaten. Sonrası harika bir Leonard Cohen mistik gezisiydi. Ülker Sports Arena’daydı. Rahat rahat izledik. Ses sistemi de çok iyiydi. Tek kötü tarafı alkol satılmaması. Yaa dedim böyle bir yer yapıyorsun, Leonard Cohen var yaa içeride, limonata içerek izledik. Utanmasalar şerbet de satacaklar. Dünya bunu duysa, bir yerleriyle güler.

İkisi de şarap gibi, onlar yıllandıkça ben onları daha da çok seviyorum. Bir kadının nasıl sevileceğini en güzel öğreten adamlardan bunlar. Ruhumu dinlendiren müzikleriyle beni mest ettiler. Dünya gözüyle ikisini de gördüm.

Yazıma burada son verirken, seni en bilinen parçalarıyla baş başa bırakıyorum. Keyfini çıkar.
 

18 Eylül 2012 Salı

Cesur "Brave"


Aslında bugünkü yazımın konusu Stevie Wonder konseri olacaktı ama “hafta içi bir gün giderim” dediğim filme pazartesi akşamı gidince ve çok beğenince, Stevie Wonder’ı cumaya yazmaya karar verdim. Gitmeyi düşünmediğim bir filmdi ama Pın beynimi yedi “çok güzel film, kesin git bak, kesin git, blog da yazarsın” diye diyee diyeee.

Film animasyon. Merida, Kral Fergus ve Kraliçe Elinor’un okçuluğa meraklı biricik kızıl saçlı kızları. Merida yıllardır süre gelen gelenekleri bozmaya kararlı. Bu kararı doğrultusunda oradan oraya sürüklenmesini ve başına gelen türlü çeşit belayı izliyorsun.

Geliyorum benim fikrime; Merida o kadar tatlı ki, insanın alıp evinde besleyesi geliyor. Hatta izlerken aklımdan saçımı kızıla boyamak geçti. Neyse ki geçti. Filmde ki aile, tam bir Türk ailesi. Çocukları konusunda gelenekleri bozmadan, ne olması gerektiğine karar veren bir anne. “Sen bilirsin” diyen bir baba. Bütün bunlara karşı çıkan asi kız. Türk aile yapısına cuk oturmuş. Aile bireylerinin, birbirlerinin iyiliğini isterken, farkında olmadan ne kadar zarar verebileceklerini anlatıyor. Bir büyük olarak ben bunu anladım. Çocuk olsam annemi ayıya dönüştürmemem gerektiğini ve büyünün kötü olduğunu anlayabilirdim. (İçimde ki çocuğa ulaşılamıyor.) Ergen olsam, benim yerime başkalarının karar vermesine engel olurdum. (İçimde ki ergen buralarda bir yerlerde.)

İskoç aksanını duymayı ben de isterdim ama film dublajlı. Çocuklar için yapılan bir film olduğunu düşününce, en mantıklısı. Bunun dışında izlerken bol bol, iskoçya’nın harika ormanlarını, kırlarını görüyorsun. Bah, filmi izlerken bir ara bana “burada harika mangal yapılır” dedi. Ben de aynı fikirdeydim. Vallahi İskoçya da yapılan bbq partileri tadından yenmez. Ailecek mangalı kapıp, yaylalarına tur yapmalı.

Animasyon seviyorsan, git izle. Pixar başarılı. Sevmiyorsan, hiç vakit harcama.

16 Eylül 2012 Pazar

The Sabun, Misss Gibi Sabun


Geçenlerde Zey bize geldi. Bildiğin kız muhabbetiydi. Yeni başlayan dizilerden, pasta tariflerinden, kış modasından ve çoook özel konulardan bahsettikten sonra The Sabun diye bi markadan bahsetmeye başladı ama ne bahsetme. Neymiş efendim, internetten sipariş vermiş, süper doğalmış, selülitleri neredeyse yok olmuş falan filan. Anlattı da anlattı. O gittikten sonra hemen internetten baktım. Neymiş acaba bu diyerek ve benim bilmediğim bir şeyi Zey’in bilmesine içten içe fesatlanarak.

Ben tam birkaç şey sipariş verirken Sim geldi, bi kaç şey de o sipariş verdi. En başta dedim bilmediğimiz etmediğimiz bi markadan bu kadar çok çeşit almayalım ama kız öyle bir anlattı ki içimde de bir merak, siteye baktıkça da, aldıkça alasım geldi. Kalbimi çalan gizli kelime ise “% 100 doğal” oldu.

Neyse konuya geçiyorum. Siparişlerimiz geldi. Birkaç çeşit sabun ve değişik bir mum siparişi verdik. Değişik diyorum, anlatınca anlicaksın şimdi ne demek istediğimi. Mumu yakıyorsun, erimeye başladığında, alıyorsun vücuduna sürüyorsun. Nemlendirici özellikli ve doğal. Yaaa değişik dediğim kadar varmış dimi.

Yulaflı ve kabaklı sabunlar Sim’in siparişiydi. İçinde yulaf ve kabak olan sabunlara bu kadar bayılacağım hiç aklıma gelmezdi. Kullandıktan sonra ise, kokusu mis gibi sabun kokusu. Yıllardır vücut şampuanlarını kullana kullana sabunun kokusunu unutmuşum. Bir an sandım ki küçüklüğümde anneannemin evindeyim. Uykudan uyanmışım. Mis gibi sabun kokan, sakız beyaz çarşafların kokusu üstüme sinmiş. Eski kanaviçeler falan geldi gözümün önüne. “O kadar da değil” diyorsun şu an biliyorum ama inan o kadar.

Kesinlikle tavsiye ediyorum. http://thesabun.com/  internet sitesi. Biz buradan sipariş verdik. İnternet dışında bir satışları var mı, gerçekten bilmiyorum.  

13 Eylül 2012 Perşembe

Fashion's Night Out


Fashion’s Night Out, büyük bir coşkuyla kutlandı. Ben olayın sadece Nişantaşı boyutundaydım. En baştan başlayarak anlatıyorum. Burada zaten başlı başına problem olan trafik daha da problem oldu. Taksiciler etrafa bakmaktan ilerleyemeyince olay daha da vahimleşti. Kontağı durduran insanlar gördüm.



Çok kalabalıktı, çoook. Mac  yeni bir koleksiyon getirecekti bu gece ama kalabalıktan girip bakmak bile istemedim. Mudo da ise, vitrinde erkek canlı manken vardı ve oldukça iyiydi. Bi ara göz göze geldik, bi kıvılcım oldu ama ben mağazayı geçince bende ki kıvılcım söndü. Chanel, Prada gibi markalarda tabi ki de indirim yoktu. Burunları yere düşse, eğilip almicaklar. Chanel de çantalara baktım baktım, indirim yok ya, sinirlenip çıktım. Napim böyle Fashion's Night Out’u ben dedim. Sonra Louis Vuitton’a bakalım dedik, orada da siyah giyimli, kapının önünde bekleyen, yüzlerine zoraki bir gülümseme takan kızlar ve erkekler ( yaklaşık 5 kişilerdi) “içeride özel bir davet var efendim çok afedersiniz” diyerek bizi almadılar. Gözümden bir damla yaş geldi.

Sonra baktım, olay indirimden çok ikram konseptine dönmüş, “ammaaaaan” dedim. Vallahi şekerim sonrasında blushlar geldi, şampanyalar gitti. Pek neşelendik. Brandroom’da makaron yedik. İkram eden adam 40 saat pastanelerini anlattı da anlattı. Bi de bize yüzde 20 indirim verdi aklınca. “Tamam alıcaz” dedik almadık. İkramları yedik içtik, sezona şööle bi göz attık çıktık.

Bu kadarla kalmadı. Bi saatten sonra, “tamam bunlar aperatif iyi oldu da, bir yerlere oturalım” dedik fakat ne mümkün. Her yer tıklım tıklım. En sonunda Saray’da yer bulduk. Üç masanın boşalmasını bekleyerek. Sonra sarayda oturup gelene geçene baktık. Amaçtan saptık farkındayım. Fakat tekrar o hengame ye adım atacak halim kalmamıştı. Oradan çıkıp, evlere doğru ilerlerken, yolda arabadan sarkarak bakanları, armalı ceket – jöleli saç kombinli etrafda dolanan tipleri görünce “hımmm dedik, bi satten sonra apaçi night out.”

Hiçbir şey almadım sanılmasın lütfen. Bir gün önceden sipariş verdim. The sabun dan aldığım sabunlarım, spa mumlarım geldi o gün. Ufakda olsa, FNO için aldım verdim ekonomiye can verdim. İçim rahat.

Her şeye rağmen, kendi adıma, koca bir semtin festival havasına bürünmesini sonuna kadar destekliyorum. Yılda 3 kere olsa ben hayır demem.

10 Eylül 2012 Pazartesi

Bizce Kuru


Herkesin İstanbul’a dönmesiyle birlikte, ben de değişik günler yaşamaya başladım. Havaların da son güzel günlerini yaşaması sebebiyle kendimi; Çukurcuma’ya gidiyorum diyerek evden çıkıp, Bebek’de; evde oturucam bugün derken Ataköy Marina’da, Etiler’e diyerek çıkıp Kapalıçarşı’da bulabiliyorum. Arkadaşlarım sağ olsun. O kadar programsızlar kiii. Tabi bunun iyi tarafı, günlerimin çok sürprizli geçmesi, ertesi günkü programımdan asla emin olamamam.

Bu programsızlığın en tavan yaptığı zamanı geçenlerde yaşadım. Evden Chiliai’a diyerek çıkıp, kendimi Çayeli kuru fasulyecisinde buldum. Korkma. Çayeli’de değil. O kadar değil. Ortaköy de. Kem’le arabayla Ortaköy’den Princess Otel’in oralardan geçerken, birden bana “Bizce Kuru” yazan, esnaf lokantamsı yeri göstererek “Seçil buranın fasulyesi bi harika, meşhur Çayeli kurufasulyesi” demesiyle birlikte, arabayı park edip masaya ışık hızıyla oturmamız bir oldu.

Ben kuru fasulyeden nefret ederim. Yıllar önce Rize’de,(yıllar önce den kastim, taaaa ben lisedeyken) ailemle gittiğimiz Karadeniz gezisinde Hüsrev’de yediğim bir fasulye vardı ki, işte ben ondan sonra bir daha fasulye yiyemedim. O kadar güzeldi ki, hiçbir fasulye aynı tadı vermedi, o fasulyenin yerini dolduramadı. Annem Çayeli’den fasulye falan getirtti, aynısını yapabileceğini sanarak, ama kıyısından köşesinden geçmedi. Artık O’na üzülmesin diye “çok da güzel olmuş, şahane de olmuş, aaaa neredeyse aynısı da olmuş”dedik ama işin aslı çok farklıydı.

İşte ben orada yediğim fasulyenin tıpa tıp, neredeyse aynısını o akşam “Bizce Kuru” da yedim. Önce bir az kuru, az pilavla başlayıp, daha tabağımı bitirmeden ikinci az kuru siparişini verdim. O derece güzeldi yani. Sadece tavsiye etmiyorum, gitmeniz ve yemeniz için ısrar da ediyorum. Ben de en kısa zamanda annemle tekrar gidicem.

5 Eylül 2012 Çarşamba

Eternal Sunshine Of The Spotless Mind


Geçen bayramı evde geçirenlerdenim. Herkes İstanbul dışında olunca, banim hakkıma da evde oturup bol bol film izlemek düştü. Bir çok film izledim. İzlemek isteyip, sonra izlerim dediklerim, yıllarca izlemeyi ertelediklerim, “bir gün tekrar izlerim güzel filmdi” diyerek bir köşede beklettiklerim ve Mel’in korsan arşivinden arakladığımız bir kaç(!) film. Şimdi bu kadar film arasından sana önereceğim film, bu zamana kadar izlemediğim için kendime kızdığım, izledikten sonra da zaman zaman izlenecek filmler arasında bekletmeye karar verdiğim, açık ara farkla bayramda izlediğim en iyi film. Eternal Sunshine Of The Spotless Mind.

Jim Carrey ve Kate Winslet’in oynadığı, beni benden alan filmin konusu kısaca, iki sevgilinin ayrıldıktan sonra hafızalarını sildirmelerini anlatıyor. Daha fazla konusundan bahsetmek istemiyorum, sürprizi kaçar. Şu anda içinden “keşke öyle bir şey olsaydı yaa” dediğine eminim. Nerden eminim, çünkü konusunu okuduğumda bende aynı şeyi söyledim.

Filmin en etkileyici bulduğum tarafları ise karışık kurgusunun aslında çok da karışık olmaması, filmde sizi içine alan sürrealist yaklaşım, film bittiğinde ise karmakarışık duygular içinde olmam. Filmde geçen sözlerin bir çoğu beynine kazılarak, bilinç altına çöğreklenecek. Şimdiden uyarımı yapayım. Aşkın kıyısına köşesine dokunduysan içinde kendinden çok şey bulacaksın. Sakın bir aşk filmi sanma, içinde aşk olan, bilinç altına seslenen bir film. En acısı da, film bittiğinde, anlıyorsun ki, birisi sana ne yaşayacağını baştan söylese, bilsen mesela her şeyin kötü gideceğini, yine de aynı acıları tekrar çeker, aynı şeyleri tekrar yaşardın. Hayat bile bile lades.
Bu arada filmin Türkçesi: "Sil Baştan" ve bence de olmamış.

2 Eylül 2012 Pazar

Garden Sale



Pazar akşam üstü eve girer girmez anında içimde tekrar oluşan dışarıya çıkma isteğiyle telefona sarılarak Pın’ı aradım. Küçükçiftlik Park da ki Garden Sale’e giderken bana eşlik etsin düşüncesiyle. Aldığım cevap tabi ki “ben zaten oradayım, hadi gel” oldu.

Garden Sale ünlü tasarımcıların, tasarımlarını uygun fiyatlarla sergiledikleri, bu sene ilk kez Küçükçiftlik Park’da düzenlenen bir olay. Çok da güzel olmuş. Tasarımları incelerken Radyo Babylon, Billy Not On Holiday ve Ceylan Ertem müziklerini dinledik.

Takıdan tutun da tekstil, eski objeler, endüstriyel tasarım ürünlerine kadar bir çok ürün bir aradaydı. Küçükçiftlik Park’ın yemyeşil çimenlerinin üzerinde hem tasarımlara baktık, hem yedik içtik çimenlerde yayıldık.

Bu güzel olay Benefit Cosmetics, Cadde No 5, Beck’s, Radyo Babylon, Efes Pilsen Unfiltered ve Limango sponsorluğunda yapılmış. Sağ olsunlar. Var olsunlar.

Katılan tasarımcılardan bazıları Purely by Gamze Saraçoğlu, Hande Borağan, Duygu Cinislioğlu, Sedef Öztürk, Deniz Aktaş, Chloe Rufin, Asu Aksu, Özlem Kaya, Selim Baklacı, Metin Birinci, Önder Özkan, İpek Arnas, Zeynep Rojda Soref, Hande Bilten, Deniz Kaprol, Kağıthane, OYE Swimwear, kumm, Mai, Babylon, Bravoistanbul, Humanbeings Flowershop du.

Benim beğendiklerim ise; abiye de Selim Baklacı, günlük şık giyimde Maj, bikinilerde Oye, sokak modasında Matin Berenjian ve tarzıyla kendisini gösteren Önder Özkan oldu.

Garden Sale’i genel olarak oldukça başarılı buldum. Hep olsun, hep gidelim.