31 Temmuz 2012 Salı

Turkcell Kuruçeşme Arena Açık Hava Sinema Festivali


 Dün akşam Turkcell Kuruçeşme Arenaya film izlemeye gittim. Nasıl zevkliydi anlatamam. Sağ tarafınızda deniz, sol tarafınızda orman, başınızı kaldırıp baktığınızda yıldızlar, önünüze baktığınızda sinema perdesi. Dünyanın en güzel açık hava sinemasında olduğumu düşündüm. Diğer taraftan, zaten dünyanın en güzel şehrinde olduğumu düşünüyorum. Bu açık hava sinema olayı Turkcell’in hazırladı en başarılı yaz aksiyonlarından biri bence. Stantları da kurmuşlar. Blackberry, Algida, Mudo stantları ilk göze çarpanlar. Tam sinema da eğlence havası. Pop corn a kadar her şey düşünülmüş. Bunun yanında kostümlerin olduğu bir bölüm var, istediğiniz kostümü seçip fotoğraf çektirebiliyorsunuz, içimden bir an “acaba ben de bir kostüm giysem miii” yi geçirdim, geçirmedim değil.

Bu arada kötü haber: Kuruçeşme Arena’yı satmışlar. Kime dersen; boğaz’da her yer otel olsun beynine. Bu yaz gittiniz gittiniz; gidemediniz, seneye yaz otele bakar bakar iç geçirirsiniz. “Buralarda konserler verilirdi, bilemedik kıymetini” diye diye.

Bloger kankam Bek’le birlikte izlediğimiz film “Savages” dı. Oliver Stone filmi. Film fena değildi, aksiyon ve gerilim filmlerinden pek hoşlanmam ama oyuncu kadrosundan mı, açık hava da film izlemenin keyfinden mi  bilmem, hiç sıkılmadan izledim. Gossip girl’ün Serena sı başrol oyuncularından birisi. Gidip gitmemek size kalmış valla, çok net yorumlar yapamıyorum filmle ilgili. Yalnız, yanınızda çoluk çocukla sakın gitmeyin. Bu uyarım net.




29 Temmuz 2012 Pazar

Eleos - Beyaz Meyhane


Geçen cumartesi, karnımız acıkınca, Ber’le birlikte cafe nin birinde ki menü ye bakıp bakıp, hiç birisini yemek istemeyerek, bir anda karar verip gittiğimiz; modernize edilmiş harika bir rum meyhanesinden bahsedeceğim.

En baştan başlayarak anlatıyorum. Taksimin kalabalığında, istiklal caddesinde biraz yürüyerek, tünelin oralarda Hıdivyal Palas isimli bir yere gittik. İkinci kata çıktık ve naranaraamm önce beyaz mavi dekoruyla, daha sonra boğaz manzarasıyla ve fonda ki tıngır mıngır rumca parçalarla bir anda kalbimi kazanan Elios dayım.

Cam kenarında manzaraya karşı küçük ama çok sevimli bir masaya oturduk. Oturmamızdan bi beş dakika ya geçti ya geçmedi, limonlu uzo geldi. İkrammış. Bayılırım ikramlı restaurantlara. Görmüş geçirmiş, keyfe keder havası olur. Hayatımda ilk defa uzo içtim. Limondan mıdır nedendir bilmem ama ben beğendim. Denemediyseniz deneyin. Hemen ardından meze seçimimizi yaptık. Mezelere başladık derken, kabak kızartması geldi ve o da ikram. Çıtır çıtırdı. Ben yapıyorum evde hamur gibi bir şey oluyor. Mezelerden de kesinlikle tavsiye edeceğim meze: levrek marine. Sonra ara sıcağa geçtik. Ara sıcaklarda da, iki eliniz kanda olsa da muhakkak ahtapot ızgara yemelisiniz. Hayatımda yediğim en güzel ahtapot du. Balık konusunda da bir şeyler söylemek isterdim ama, mezelerle o kadar doyduk ki, balığı atlayalım dedik. Dedik ama tatlı geldi. Leziz bir dondurmalı irmik helvasıyla, koca bir sepet buzlu meyve. Artık patlicam bir kahve içelim dememle, kahvelerle birlikte badem likörü getirdiler ve evet o da ikram.

Yediğimi içtiğimi anlattıktan sonra, genele geçeyim artık. Masada garsonlar tarafından bir sirkülasyon sürekli vardı fakat ilginçtir hiç rahatsız etmedi. Garsonumuz oldukça güleryüzlüydü. Şimdi düşünüyorum, sürekli konuşmamıza ve masada ki tabaklar boşalır boşalmaz, içecekler biter bitmez doldurulmasına rağmen hiç lafımız bölünmedi.istanbul da, hem de İstiklal Caddesinde bir yerde, bunun olması zor. Müşterilerde de, genel olarak bir güler yüzlülük vardı. Mekandan mıdır, nedendir, herkes bir gülümsüyordu o gece. 10 üzerinden 10 verdiğim bu yeri ısrarla tavsiye ediyorum. Eve mutlu döneceğiniz garantisiyle hem de.



27 Temmuz 2012 Cuma

Serli Sarıcılar


Geçen gün Nişantaşında Orhan Kestek Sokak’da, bir arkadaşımın arkadaşının tasarımlarının olduğu özel bir butiğe gittim.

Çok taze, daha açılalı 15 gün falan olmuş. Nasıl pırıl pırıl bir butik. Sadeliği sayesinde aklınız karşmadan rahat rahat eteklere, gömleklere, elbiselere, clutch çantalara, ondan sonracııımaa takılara, bilekliklere bakabiliyorsunuz. Hiçbir şeyin tıkış tıkış olmaması alış verişte avantaj.

Bu yaz için bende olmasını istediğim ne varsa hepsini askılarda gördüm. Pili etekler, transparan gömlekler, sırtı değişik kesimli elbiseler. Aklımdan ne geçtiyse hepsi vardı.

Takıların ve çantaların olduğu bölümde ise beni benden alan neon renkli clutch lar oldu. Bu renklerde ki takılardan çok hoşlanmasam da, çantalar bronz tenle, elda harika duruyor. Mutlaka bir tane edinin yaz bitmeden.

Nişantaşı tarafındaysanız Serliye bir uğrayın. İki hafta önce açıldı ya, kimseler keşfetmeden önce siz keşfetmiş olursunuz J


24 Temmuz 2012 Salı

Yerebatan Sarnıcı


6. yy’da imparator Justinien tarafından yapılmış. Geçenlerde ikinci kez gidip gördüğüm, güzelliğin ve korkutuculuğun bir arada ne kadar anlam bulduğuna bir kez daha şahit olduğum fantastik bir yer Yerebatan Sarnıcı.

“Korkunç güzel” kelimeleri, başka bir yeri bu kadar net ifade edemezdi herhalde. İçeriye girdiğiniz anda hafif bir korku duyuyorsunuz ama güzelliğinden de kendinizi alamayarak başlıyorsunuz iskelede, su damlalarının yukarıdan suya düşüşünü izleyerek yürümeye.

İskele üzerinde, o loş ışıkla ilerlerken suya baktığınızda düşen damlalarla birlikte, o suda yüzen kocaman balıkları görüyorsunuz. O güzel ambiyansı, o anda balıkların oraya nereden geldiğini düşünerek bir anda bozdum tabi ben. Sonra içten içe üzüldüm onlar için, "gün ışığı göremeden yaşayıp ölüyorlar burada, ayy yazııık" diyerek. Neyse, ilerlemeye devam ediyorsunuz iskelede. Sonlara doğru karşınıza Medusalar çıkıyor. Oraya para atıp dilek falan dilemişler. Ben tabi ki, o anda da, o paraları kimin topladığını düşündüm.

Medusaların birisi ters, diğeri ise yan yan bakıyor. Öyle olmalarının sebebi, hristiyan olan Bizanslıların, batıl olarak kabul ettikleri tanrılara hakaret amacı taşıyormuş. Hayır insanın aklından geçiyor sonuçta, o yy da sarnıç yaparken bile, içine medusa koyacak kadar sanat ruhu taşıyorsun, bir de o medusanın birini ters, diğerini yandan baktırarak anlam yüklüyorsun. Şaşılacak olay asıl bu. Sanat nereden nerelere gelmiş.

Fakat, bütün bunların yanı sıra, sütunlardan akan damlaların, Medusa’nın göz yaşları olduğunun söylendiği bir efsane de var.


Muhakkak  gidilip görülmesi gereken bir yer. İçeriye girdiğinizde “korkunç güzel” dememe hak vereceksiniz. Müze olmasına rağmen, müze kartı, sarnıç belediyeye ait olduğu için burada geçmiyor ama TC vatandaşlarına giriş ücreti 5 lira. Sıkıntı yok. İmparator Justinien’e de ayrıca hayranlığımı bildiriyorum.

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Ayasofya'yı Rahat Bırakın


Dün Topkapı Sarayını anlatmıştım. Gezi yazıma, saraydan çıktıktan sonra, buraya kadar gelmişken, görmesek olmaz dediğimiz, görünce de gözüne fener tutulmuş tavşan misali gözlerimizi şaşkınlıktan nereye çevireceğimizi bilemediğimiz Ayasofyayla devam ediyorum.

MS 2.yy da Bizanslılar yapmış. 1453 de, İstanbul fethedildikten sonra tepesine 4 minare eklenerek camiye dönüştürülmüş. 921 yıl kilise, 421 yıl da camii olarak hizmet vermiş. 2 kere yok olup 3 kere küllerinden yeniden doğan bu şaheser öyle muhteşem bir yapı ki, Osmanlılar bu yapıyı hırs yapmış ve karşısına Sultan Ahmet Camii yapılmış.

Toplamda 107 sutun sayesinde ayakta durabiliyor. Yalnız hakkını yemeyelim, hala ayakta durabilmesinin sebebi, Mimar Sinan’ın bu yapıyı adeta tekrar inşa edercesine tamir etmesi. Kubbesi o kadar yüksek ki, adeta sonsuz gibi, içine İtalya da ki pizza kulesinin rahatlıkla sığabileceği söyleniyor. Ayasofya ya “gök kubbenin, yer yüzünde ki aynası” da denirmiş.

 Hakkında yüzlerce efsane var. beni en çok etkileyen bir kaçı ise; Hz Ali’nin Ayasofya’yı baş parmağıyla kıble yönüne döndürmesi, bekçisinin bir melek olması, içinde ki terleyen sutuna dokunduğunuzda dileklerinizin gerçek olacağı…

Camii olarak hiç kullanılmamış olsa, şu anda dünyanın en büyük ikinci kilisesi olacakmış. Birincisi ise San Piedro. Sadece hristiyan ve müslümanlara özgü bir ibadethane değil, içinde Pagan döneminden de izler var. Ayasofya bütün dinlerin ve kültürlerin ötesinde bir yapı, fethin sembolü gibi adeta. İki kıtanın buluştuğu bir şehirde, Ayasofya’nın olması ve iki dini de temsil etmesi gerçekten çok büyüleyici. Tüm ihtişamıyla, tüm görkemliliğiyle iki kıtanın ortasında ki simge gibi.

Şu anda ne kilise, ne camii, olması gerektiği gibi bir müze. Bu saatten sonra kiliseye ve ya camiye dönüştürülürse, sadece eski bir kilise ve ya eski bir cami olur. Tüm özelliğini kaybeder. Ayasofya da namaz kılamamasının içine dert olduğu insanlar var, illa orada namaz kılacak. Olaya şu şekilde bakmak lazım; hristiyan topraklarında bizim dinimizin sembolü olan ve bizim için çok önem taşıyan bir camii, önce müzeye, sonra da kiliseye çevrilse, sen ne düşünürsün. Müze yapılmış işte, kilise de değil, bırak yani dürtüp durma olayı. Her yer camii çok şükür, camii sıkıntımız yok, git istediğinde kıl namazını.

Müslümanım ama Ayasofya camii yapılsa, bir müslüman olarak içinde namaz kılmaya utanırdım…

15 Temmuz 2012 Pazar

Topkapı Sarayı'nı Topkapı da Aramayın


Neyse ki ben Topkapı’da olmadığını bilenlerdendim. Geçen hafta Denizli’den gelen akrabalarımla tarihi gezi yaptım. Bu güne kadar da hiiiiç Topkapı Sarayı’nı merak etmemiştim. Dizi bile beni gidip görecek kadar etkilemedi. İçimden hep, “birileri gelir, görmek ister; o zaman mecbur giderim nasıl olsa” dedim. Yıllar geçti, haklı çıktım. Aklımla bin yaşıyayım, çok şey kaybetmemişim.

Başlıyorum Topkapı Sarayı nı anlatmaya. Şimdi şööyle büyük bir kapıdan içeriye giriyorsunuz ve o kapı şato kapılarına benziyor. Avrupa da bir süre yaşayan biri olarak, içim rahat bunu söylüyorum. Kapıdan geçtikten sonra devasa bir bahçe karşınızda. Bahçe inanılmaz güzel. Bırakın sarayı, haremi, bahçesi için bile Topkapı Sarayı’na gidilebilir. Bahçede ilerlerken gişeleri görüyorsunuz. Bir bilet 25 TL, isterseniz müze kartı veriyorlar hemen orada, o da 30 TL. Bence müze kartı alın. Fakat bu biletlerle hareme girebileceğinizi düşünmeyin. Harem ekstrada. 15 lira daha veriyorsunuz harem için. Yani burada da yolu bulmuşlar.

Biz haremi es geçerek, sarayı görelim yeter dedik. “silah seksiyonu” ismi verilen bir yere girdik ilk önce. Oldukça güzeldi. Gezerken insanın kılıçlardan birini eline alarak “allah allah” diyesi geliyor. Fakat küçük bir oda daha var içinde. Kılıç kuşanma falan gösteriliyor. Ben oraya girdiğimde çok daraldım. Çıktık oradan dooğru hazinelere. En çok tahtları beğendim. Zaman içerisinde tahtlarda ki değişimi falan inceledim. Hazineleri bitirdikten sonra da köşklere gittik.

Çoook farklı beklentilerim vardı köşklerde. Gördüğümde bu muydu dedim. Köşklerde sadece manzarayı beğendim. Onun dışında bütün odalar çini. Tamam çini de bizim kültürümüzde ama, o çiniden odalara farklı sultan eşyalarını koysalardı, ne bileyim girince içeriye şöyle bir o dönemin ruhunu yaşasaydık biraz. Ama yok, bütün odalara bir sedir koymuşlar, boş boş çinili odalara giriyorsunuz. Osmanlı mütevaziydi şöyleydi böyleydi, tamam ok, takdir de ediyoruz ama Kültür Bakanlığı da Osmanlı mütevazi diye mütevazi olmak zorunda değil, o odalarda insan yaşadı. Demiyorum ki sultanların tahtlarını, yakutlarını, elmaslarını koyun ama gayet de başarılı taklitlerle o odalar donatılıp, içinde haseki yaşıyordu, valide yaşıyordu, sultan yaşıyordu izlenimi verilebilir. Bu da gelene gidene “gerçeğine uygun olarak yapılmıştır” yazılarak belirtilir. Dünyanın parasını kırıyorlar oradan, hareme ayrı para, müzeye ayrı para. Bunu da yapsınlar. Haksızsam, haksızsın de.

Ayrıca unutmadan söyleyeyim. Sakın oralarda bir şeyler yiyip içmeyin. Biz yedik içtik, kötü oldu. Cebine zarar arkadaşım. Yap sandviçini, al içeceğini, sonra gir saraylara, yerken içerken gez…

10 Temmuz 2012 Salı

Aşka Veda


Geçen hafta Datça da bir çırpıda okuduğum ve bitirdim bu kitabı. Can Dündar, bence Aşka Veda da çok farklı noktalara bambaşka yerlerden yaklaşmış. Mutlu sonla bitmeyen aşk öykülerini, neden olamadığını, neden zaten olmayacağını günümüzdeki bir sürü parçayla, teknolojiyle bağdaştırmış. Bazı hikayeleri okurken “evet ya, ben bunu böyle düşünmemiştim” dedim zaman zaman.

Tabi ki size aşkın reçetesini vermiyor ama diyor ki, günümüzde duygular böyle böyle değişti. Unutmak artık kolay, aşktan aşka geçiş kolay, eski aşklar gibi bir aşk yaşanmamasının sebebi bunlar bunlar diyor. Sen de okudukça, haaa valla doğru diyorsun. Tabi bunu okuyup, bir şeyleri farklı yaşamaya başlamayacaksın, daha az üzülmeyeceksin, daha fazla sevinmeyeceksin, daha fazla fedakar ve ye daha az fedakar olmayacaksın, ama ne yaşarsan yaşa, sevinsende, üzülsende, sonunda -HAYAT diyebilirsin. Çünkü hayat böyle.

Kitabı okuduktan sonra düşündüm ve farkına vardım ki, aslında sadece aşka değil, bir çok şeye veda ettik belki de. Arkadaşlıklara, akrabalıklara, dayanışmaya … pek çok şeye. Herkes bi eserli yaşıyor artık. Sen de bir süre sonra bukalemun misali renk değiştiriyorsun. Değişik bir olay. Aşkta da kaybettiğimiz şey aşk değil artık, terkedildiğimizde yerle bir olan egomuz için üzülüyoruz. Bir an bütün insanları yanlarında bir ego derecesiyle hayal et. Dereceye göre davranmak daha basit olurdu dimi. İstediğin gibi manipule edebilirdin. “Egoya göre hareket, egonu söyle sana kim olduğunu söyleyeyim, egosundan kendine aşık et, ortalama ego dan karakter tahmini ” gibi kitaplar çıkardı. İyi tarafı ise, kimse kolay kolay “iyiyim” diyemezdi.

“Aşka Veda” aşkın evrimsel sürecini anlatan güzel bir kitap. Bir aşk kitabı değil, farkına varma kitabı. Tavsiye ederim.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Çamursun Guess


Demsa group’un markalarından birisi de Guess. Bu güne kadar yaptığım hatrı sayılır alış verişten sonra dün karşılaştığım olay gerçekten çok can sıkıcıydı.

Ben Guess’in modellerini tarzını çok beğenirim. Fakat geçen sene aldığım bir çantayla iki cüzdan, çok kullanılmamasına rağmen üretici hatası yüzünden farklı farklı yıprandı. Cüzdanın birisi ayrıldı kauçukları görünüyor, çantayla cüzdanın derisi yer yer kalktı. Bunun gibi şeyler. Epeydir de dolapta duruyor, incelemeye göndericem üşeniyorum. Bugün üşenmeyerek, bunları aldığım Cevahirde ki Guess’e gittim.

Ürünleri götürdüm, gösterdim. Bana verdikleri cevap “biz yardımcı olamayız, şu numarayı arayın”. Bana verdikleri numarada kimse yok. Telefona ya cevap verilmiyor ya meşgul. 30 kere falan aradıktan ve kimseyle görüşemedikten sonra, başka bir numara verdiler. O numara yı da açıyorlar fakat müşteri temsilcisine bağlanamıyorum. 5-6 aramadan sonra birisiyle görüşmeyi başardım.

Normalde bu işlerde, faturanızı kaybetseniz ve ya atsanız bile data dan adınıza kesilen faturaları bulurlar. Ürününüzü yetkili bayiye bırakırsınız, o gönderir. Cevap geldiğinde sizi ararlar, kullanıcı hatasıysa ürününüzü paşa paşa geri alırsınız. Değilse, değiştiririrsiniz. Olması gereken budur. Benim alış veriş yaptığım bir çok yerden biliyorum. Ben bir sorunla karşılaştığımda izlenilen yol bu yani.

Peki bunlar ne yaptı dersiniz. Müşteri temsilcisi kız bana, faturamı sordu. “E ben faturamı kaybettim” dedim. “Son bir ay içinde mi yaptınız alış verişi” dedi, e ona da hayır. “o zaman sizin için bir şey yapamıyoruz” dedi. Ben şaşkın şaşkın sinir tepeme doğru yol alırken kaldım öyle telefonda. Faturasız hiçbir ürünü değiştirmiyorlar. Data dan bakın bulun diyorum. Aldığım cevap “data yı bunun için kullanamayız”. Yalvardım yakardım, “ben bunları doğru dürüst kullanmadım dedim. Elimde mi kaldı yani şimdi” dedim. Bana verdikleri cevap “maalesef” oldu.

Bayiye sordum, onlar bari arasınlar diyorum. Belki onlara olumlu yanıt verirler. Onlar da “ bize yetki verilmiyor” dediler. Ben ilk defa böyle bir çamurlukla karşılaştım. Resmen zora koştular. Demsa Group maşşalah çok prensipli ama müşteri memnuniyetsiz.

5 Temmuz 2012 Perşembe

Simim İyiki Doğdun


Eve geldiğin günü hatırlıyorum. 4 yaşındaydım. Sense kundaklar içindeydin. Ev kalabalıktı. Annemle babam, beni bir köşeye çekip “ kardeşin geldi, ne olmasını istersin, kız mı, erkek mi ?” dediler. Hiç düşünmeden “erkek olsun” dedim. E bir prenseslik saltanatım vardı, kimseler olmasın benden başka istiyordum. Sonra annem bir kız kardeş istersem, hep benimle oynayacağını, arkadaşım olacağını söyleyerek beni kız olman konusunda ikna etti. Aradan biraz zaman geçti, o kadar miniktin ve o kadar güzeldin ki, aynı adın gibi bembeyaz bir sim damlasıydın. Seni kimselere sevdiremiyordum. “Benim kardeşim, siz sevemezsiniz” diyerek herkese karşı koyarak, tepinerek ağladım o yıllarda. Sonra büyümeye başladın. Benim en güzel eğlencem oldun. Her söylediğime inandığın yıllardı. Ölü taklidime inanıp, ağladığın zamanları hatırlıyorum. Sonra biraz daha büyüdün. Benim ergenlik yıllarımdı, seni öldürme isteğimin tavan yaptığı yıllar. Sen o yıllarda, ispiyonculukta sınır tanımıyordun. Hani beni gizli gizli ispiyonlayarak, evin en sevilen çocuğu olmanın hazzını yaşadığın yıllar. Hatırladın mı ?

Biraz daha büyüdük, bir gün geldin “abla, sana bir sır vericem” dedin. O günden sonra suç ortağım oldun. Her şeyimizi paylaştık. Senin odandaki masa lambasının ışığında saatlerce oturup konuştuğumuzu bilirim. Bir iki yıl sonra ben üniversiteye gittim. Kardeş özlemini ilk o zaman hissettim. İlk defa birbirimizden ayrılmıştık. Her ay geliyordum neredeyse seni özlediğim için. Bir gün bana “ abla sen gittiğinden beri akşamları seninle konuşmayı çok özlüyorum, her şeyimi sana anlatıyordum” demiştin. İçimin paramparça olduğu andı. Sonra ben geldim, sen gittin. Yaz tatilleri hariç, tekrar aynı evde yaşamamız bir on yıl sonra oldu. Yan yana değilken, zor olan bir on yıldı.

Uzakta da olsak sen hep en yakınımdın benim. Küçükken ispiyoncuydun, büyüyünce suç ortağım oldun, şimdi ise sırdaşımsın. “hatırlıyor musun, bir keresinde” diyerek başlayan cümlelerimiz, ortak hayat geçmişimizden. Bu yüzden akraba dedikodusu en iyi seninle yapılıyor. En iyi sen anlarsın beni. Yaralarımı ben gösterme semde görürsün. Ben üzüldüğümde anında beni neşelendirmeye çalışman, bana “daha fazla üzülüp, O’nu da üzmeyeyim” dedirtiyor. Sen üzüldüğünde ise ben ne yapacağımı şaşırıyorum. Hani dünyayı yak, üzüntüsü geçer deseler, hiç düşünmeden yakıcam, o derece.

Ağzımız burnumuz kaşımız gözümüz hiç benzemesede, havamızın benzediğini biliyorum. Bazen yaptıklarınla ve söylediklerinle “ yok bu insan değil, olsa olsa unidentified walking object” dedirtsen de sen benim başıma gelen en iyi şeysin. İyi ki doğdun, iyi ki benim kardeşimsin. Hep buralarda ol, bir yerlere gitme oldu mu ?

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Denizin Ruhunu Değiştiren Ressam Nedim Celkan Röportajı


Dün Nedim Celkan’ın kim olduğundan, eserlerinin eşsizliğinden ve nasıl tanışdığımızdan bahsetmiştim. Bugün de, yaptığımız kısa ama okurken denizin derinliklerinden gelen buram buram yosun kokusunu duyacağınız sohbetimizi paylaşıyorum.

Seçil : Ressamlığa ne zaman başladınız

Nedim : 1963 yılında sinema afişi yaparak başladım. Sonra çizgi romana döndüm. Daha sonra matbaa ressamlığı ve yağlı boya çalışmaları yaptım. En son olarak da balıklara geçtim.

Seçil : Balıklara geçiş nasıl oldu ?

Nedim : Ben 50 yıldır denizle haşır neşirim. Balık adamım aynı zamanda. Önceden balıkları kurutup koleksiyon yapıyordum. Sonra bir gün, neden bunlardan bir tablo olmasın dedim ve balıklardan kompozisyonlu tablolar oluşturmaya başladım. Yaptıkça hoşuma gitmeye başladı. İnsanlardan da çok güzel tepkiler aldım, daha önceden yapılmamış bir çalışma yaptığım için.

Seçil : Tabloların bazılarında balıklar renkli, bazılarında ise renkler aynı tonlara dönmüş. Bu nasıl oluyor ?

Nedim :  Benim kompozisyonlarım genelde mitoloji ağırlıklı. Zaman geçtikçe balıkların rengi değişiyor bu değişim benim kompozisyonlarımla da uyum sağlıyor.

Seçil : O zaman bu, tabloların değerini yıllar geçtikçe daha da arttırır

Nedim : Evet, aynen öyle. Aralarında 35-40 yıllık balıklar var.

Seçil : Dünyada böyle bir şeyi tek yapan siz misiniz ?

Nedim: Evet, biraz iddialı olacak ama, benden başka yapan yok fakat yeterli tanıtımım yok. 

Seçil : Balıklardan olan tablolarınızın ilk sergisini ne zaman açtınız ?

Nedim : 1989 yılında. “Su ürünlerinden sanatsal yapıtlar” adı altında açtım.

Seçil : O yıldan bu yıla kaç sergi oldu ?

Nedim : 70 i geçti.

Seçil : Para kazanıyor musunuz ?

Nedim : Türkiye de artık sanata ilgi eskisi gibi yok. Bunun sebebi alım gücünün azalması. Arada 5 yıldızlı otellerde sergi açıyorum. Oralarda satış oluyor ama peynir ekmek gibi değil.

Seçil : Bu tabloların fiyat aralıkları nedir ?

Nedim : 1000 lirayla 15000 lira arasında ama genel olarak 4000 le 7000 lira arasında fiyatları değişiyor.

Seçil : Yurt dışı düşünceniz var mı ?

Nedim : Tabi ki var. sponsor bulabilirsem.

Seçil : Datça Sanat Sokağını nasıl ortaya çıkardınız

Nedim : Belediye başkanıyla görüştüm. Projeyi beğendi. Sonrasında hemen yer araştırmaya başladım. En uygun yeri buldum. Böylece Datça Sanat Sokağı açılmış oldu.

Seçil : Ne zamandır Datça da yaşıyorsunuz ?

Nedim : 3 sene oldu ama Yalova da da atölyem var.

Seçil : Bunları başka birisine aktarıp, birilerinin ustası olmayı düşündünüz mü ?

Nedim : Tabi ki fakat benim gibi birisi olması lazım. Midesinin sağlam olması lazım. Aynı zamanda dalgıç ve ressam olması lazım. Öyle birisi varsa, seve seve sırlarımı veririm.




3 Temmuz 2012 Salı

Denizin Ruhunu Değiştiren Ressam


Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, Datça yazlık mekanlar arasında bar ve gece hayatı yerine, tatilcilere sanatı aşılamaya çalışan tek yer. Bu yüzden sanırım, Datça da boş adam pek olmuyor. Herkes hummalı bir şekilde bir şeyler yapmanın peşinde.

Denizleri ölümsüzleştiren sanatçı Nedim Celkan da bu insanlardan birisi. Tanışmamız tamamen tesadüftü. Bi akşam sahilde dolanırken birden Datça Sanat Sokağı’nı gördüm. Hemen daldım tabi ki. İlk gördüğüm sergi Nedim Celkan’a aitdi. Gözlerime inanamayacağım eserlerle birbirimize bakıyorduk. Kurutulmuş balıklardan yapılan eşsiz tablolar, cansız akvaryumlar, hepsi karşımdaydı. Daha önce hiç böyle bir şey görmediğim için hem enteresan geldi, hem de bende bir merak uyandırdı. Nedim Bey’in eşiyle hemen oracıkta başladık sohbet etmeye, daha sonra Nedim Bey de bize katıldı. Bu sokağın yapılmasına ön ayak olduğundan ve eserlerini nasıl ortaya çıkardığından kısaca ayak üstü bahsetti. Ama bana yetmedi tabi ki. Ertesi gün için görüşmeyi ve bu konuda daha detaylı bilgi verip veremeyeceğini sordum. Sağ olsunlar, zarif eşiyle birlikte bizi evlerine davet ettiler.

Eve gittiğimizde sanki bir balık müzesindeydim. Nedim Bey’in bir çok eseri duvarlarda, masada, zigonların üstünde kısaca her yerdeydi. Görmüş olduğunuz fotoğraflar tamamen deniz ürünlerinden yapılmış ve boya kullanılmamış. Şimdi sıkı durun: dünyada bunu yapan tek kişi Nedim Celkan. Yurt dışına gitse acayip ilgi görürdü fakat sponsor sıkıntısı yüzünden kendisi çıkaramıyor. Bu eserlerin korunarak yurt dışına çıkması da bir hayli külfetli. Sonra başladık kahvelerimizi içerek sohbet etmeye, deniz ürünleriyle tablo yapmak nereden aklına geldi, bu iş nasıl başladı, balıklar nasıl kurutuluyor, yıllar geçtikçe eserlerin değeri ne kadar artıyor, merak ettiğiniz her şey yarın blogda J



2 Temmuz 2012 Pazartesi

Tatil Biterken...


Şöyleydi, böyleydi derken tatilin sonuna geldim hatta İstanbul’a dönüşü yaptım. Datça’dan da yazarım diyordum ama annemin notebookuyla blogerlık pek bir zormuş. Kurtarıcım, pembe defterime not aldıklarımı geçiriyorum şimdi.

Tatilin bitmesiyle benim surf maceramda bitti ama ne bitme; ben diyeyim “4-5 günde rüzgarın kızı oldum”, sen de “Seçil boardu yelkeni ağlattın.” Şaka tabi ama bayaa yol kat ettim. son iki günde bana ders veren Tolga’nın yerini, daha profosyonel olan ve yelkenle her türlü manevrayı, artistik hareketleri falan yapabilen Musa aldı. Bu öğretmen değişiminin iki sebebi olabilir. Ya dediler “bu kız çok iyi, gizli bir yetenek, daha profosyonel olanımız ilgilensin” yada “ne yaptıysak anlamadı, bir de sen dene” dediler. Henüz hangisi olduğunu bilmiyorum fakat bana göre kurbağalama dışındaki yüzme tekniklerini doğru dürüst beceremeyen bir insan olarak gayet iyiydim. Hele son gün, suya boardla imzamı atacaktım. Yani o kadar değil tabi ki de ama açıklardan ( açıklardan dediysem, Simi ye yakındık, o kadar açık yani, sen düşün ) kıyıya , hem de tek başıma, usta manevralarımla gelmeyi başardım. E bu da insanlık için küçük, benim için büyük adımlardan birisiydi.

Bu arada, şeytan kulağına kurşun, pek bir şanslıyım. Benimle surf yapan rus bir kız vardı. Nina. Nina makinasıyla fotoğrafını çektirirken hemen ben de atladım “ benimkini de çeksinler nooolur nooolur” diyerek. Sevimliliğime karşı koyamadı tabi ki. Böylece surf derslerimi ölümsüzleştirdim.

Asıl önemli olan konu şu ki, benim surfe başladığımı blogdan okuyan bir çok arkadaşım pek bir heveslendi. “Bu kız bu zayıflıkla yaptıysa biz hayli hayli yaparız” dediler. Evet yüzüme de söylediler. Böyle de acımasızlar. 

Buradan benim gibi, ince yapılı, zerafet abidesi, narin kızlara sesleniyorum. Ben yaptıysam siz de yapabilirsiniz. İlk derslerde ki düşmeleriniz, bacağınızda, oranızda, buranızda oluşan morluklar sizi yıldırmasın. Yapabilmeye başladığınızda, aldığınız zevk inanın hepsine değer.