29 Ekim 2012 Pazartesi

Dubrovnik'e Gidiyoruz. Hazırlan!!!

    Müthiş bir yere gidiyoruz hazır mısın ?
Tatile çıktığını hayal et bir an. Her şeyi arkanda bırakmışsın. Çok beklentin de yok aslında. Tek isteğin biraz uzaklaşmak. Bunları düşünerek binmişsin uçağa. Uzak olsun biraz demişsin, görmediğin bir yer göresin var.
Yaklaştıkça, gideceğin yere, içinde bir kelebeklenme. Keşfetmediğin bir şehrin heyecanı. Adriyatik’i görüyorsun ilk önce, üstünde inci gibi parlayan bir cruse gemisi. Güneş tüm şehre gülümsüyor gibi bakıyor. Hemen ardından gördüğün ise görkemli, meydan okumalarıyla gurur duyan ihtişamlı bir kale. Biraz daha yaklaşıyorsun, taş evler gözüne çarpıyor hemen. Taş evin sıcaklığı olur mu, oluyor işte. Hani, “dantel gibi kıyı şeridi” derler ya, işte aynen öyle. O tablonun çerçevesinde bir yerlerde iniyorsun uçaktan.
Bir an önce, tablonun içinde olmak istiyorsun. Resmin bir parçası olma isteği. Alelacele dalıyorsun şehire. Kale’nin içine giriyorsun önce. İşte oradasın. Orta çağdasın. Etrafın surlarla çevrili. Bir güven duygusu sarıyor birden seni, oysa ilk kez gittin oraya, tanıdığın tek bir kişi bile yok, ama böyle hissediyorsun işte. Güzel bir masalın ortasındasın sanki. Baktığın her yere bir kez daha bakıyorsun, masalı içinde hep yaşamak, unutmamak için. Sokakların birinden, at seslerinin geldiğini hayal ediyorsun, hemen ardından o atlarla birlikte yakışıklı şövalyeler çıkıyor. Bir diğerinden ise, önce kızların gülüşlerini duyuyorsun, sonra kabarık, göğüs dekolteli elbiseleri ve bukle saçlarıyla kızlar çıkıyor sokaktan.
Dar sokaklarına dalıyorsun hemen Kale’nin. Başını kaldırdığında camdan cama asılan çamaşırları görüyorsun. Bir gülümseme yerleşiyor yüzüne. Surlara dokunuyorsun, buram buram tarih. Bir efsaneye göre, Kale’nin içindeki tarihi çeşmeden su içen herkes tekrar gelirmiş. Elini uzatıyorsun çeşmeye, kana kana içiyorsun o suyu.
Kale’den çıktığında, şehir merkezi. Her yerde bir yeşillik. Göğü delen binalar burada yok. Herkes gülümseyerek yürüyor yollarda. Anlamsız ama anlamlı bir gülümseme. Böyle bir yerde yaşamalı insan diyorsun. Ölecekse, böyle bir yerde ölmeli.
Bernard Shaw’ın da dediği gibi “Dünyada cenneti görmek isteyenler, mutlaka Dubrovnik’e gelmeli.”
Bir kere de olsa gidilmeli, tarih doya doya koklanmalı, içine çekilmeli. Adriyatik’in güzelliğiyle büyülenmeli.
Ruhumun bir parçasını Dubrovnik’de bıraktım…  

                                                                                                                            Devam edecek...

21 Ekim 2012 Pazar

Roma'ya Sevgilerle

Herkes o kadar övgüyle bahsetti ki bu filmden, beklentim yüksekti. Bir de söz konusu olan, kendisini son zamanlarında şehir filmleri çekmeye adamış bir Woody Allen’sa beklenti yüksek oluyor.
Dört farklı hikaye var filmde. Dördü da şık hikayeler ama çok kopuk hikayeler. İzlerken sanki bir yerlerde, Love Actually sonu bekliyor insan. Bir yerlerde bir kesişme noktası aradım ben. Bunun dışında, film bir Midnight in Paris değil. Roma hiç abartılmamış. Kıyaslamak istemezdim ama Midnight in Paris’in o kadar çok etkisinde kalmıştım ki, şehrin tarihi dokusu, mimarisi ve tarihi o kadar çok gözüme sokmuştu ki Woody Allen, söz konusu olan yine bir Avrupa şehir tanıtma filmi olunca ister istemez bu kıyaslama yapılıyor.
Filmde ki hikayelerde şöhreti farklı açılardan ele almış. Hak edilmeyen, havadan gelen şöhret ve olması gereken şöhret. Bu arada, kendi ölüm korkusuyla da alttan alttan dalga geçmiş Woody Allen. Başarıyı işlemiş ama her şey olmadığını vurgulamış. Aldatmayı işlemiş, dünyanın sonu olmadığını göstermiş. Aslında, bütün olarak filmi düşündüğümde, her insanın bir kırılma noktası var. Bu kırılma noktalarında herkesin her şeyi yapabileceğini anlıyorsun. İçlerde bir yerlerde herkes zaaflarıyla yaşıyor. Bu yüzden bir mezarcı bir opera sanatçısına, bir azize ise kocasını aldatan bir kadına dönüşebiliyor. Filmde kırılma noktasını yaşayan herkes, hayatına kaldığı yerden devam ediyor. Bu sebeple film bittiğinde, zaafların kimseyi öldürmediğini düşünebilirsin.
Woody Allen’ı izlemek başlı başına bir keyif yalnız çok yaşlanmış. Filmin ortasında, ummadığın bir anda Ornella Mutti’yi küçük bir rolle görmem şahaneydi. Alec Baldwin ise inanılmaz. Tam bir salon erkeği. Oynadığı filmlerde bence çok konuşmasına falan gerek yok. Elinde bir viski bardağı olsun, ağzında puro olsun, arada birkaç kelime konuşsun yeter. O’nun karizması kimsede yok.
Film herkesde Roma’ya gitme isteği yaratmış ama bende öyle bir istek olmadı. Woody’e  Londra, Barselona, Paris, Roma’dan sonra bence bir İstanbul filmi yakışır. Bunu diyorum ama içimden de “İnşallah Berlin’le çıkmaz karşıma” diyorum, ki ben Berlin’den hiç hoşlanmam.
Konu hazır Avrupayken, bayramda Hırvatistan dayım. Yaani, önümüzde ki hafta bol bol Hırvatistan’ı okuyacaksın J Şimdiden İyi bayramlar.   

18 Ekim 2012 Perşembe

Olivmare - Zeytin Denizi

Gün geçmiyoor kiii, yeni bir organik mağaza daha keşfetmeyeyim. Ben organik delisi olduğum için, evren bu konuda bana karşı pek bir cömert maşallah. Aynı cömertliğini her konuda olsa, hep böyle olsa, aramız pek bir süper olacak.
Konuya gireyim yavaş yavaş. Geçenlerde arkadaşım Tür’ün tavsiyesiyle, Nişantaşı’nda yeni açılan, organik ürünler satan bir mağazaya gittim. Ne tür organik ürünler dersen; her şey. Evet evet, gerçekten her şeyi satıyorlar. Deterjandan, sabuna şampuana; sebzelerden, tavuğa; hücre yenileyen besin destek ürünlerinden, çeşitli otlara;  zeytinden, mevlevi tatlısına ( bir deneyeyim dedim, inanılmaz güzel bir şey. Kesinlikle bir yerlerde gördüğünde tatmanı tavsiye ederim. Yaz bir yere, adını unutma.) kadar her türlü ürün var.
Aklına öyle kocaman, cadde üstünde bir mağaza gelmesin. Küçük ama içinde her şeyi bulabileceğin, bulamazsan sipariş vererek getirtebileceğin, mahalle arasında, çok sevimli bir organik market. Sahipleriyle de tanıştım. Onlar da inanılmaz sıcak kanlılar. Eee Egeliler nede olsa. Fatma Hanım, ve Funda Hanım sahipleri. Bir nevi aile işletmesi olmuş. Olivmare de kendi markaları.
işe, Haziran 2012’de  sadece zeytin ve zeytinyağı satmak için başlamışlar. İsmi de buradan geliyor “olivmare – zeytin denizi” demekmiş. Daha sonra gelen isteklerle birlikte, ürünler de çoğaldıkça çoğalmış. Güzel bir başlangıç. Beni en çok etkileyen olay, ürünlerin organik ve iyi tarım belgelerinin olması ve Füsun Hanım’ın “ biz sattığımız her şeyi kendimiz de kullanıyoruz, insan sağlığıyla şaka olmaz, bir çok yer organik diyerek organik olmayan çok şey satıyor, bizim hasta olan müşterilerimiz var. Onların sağlığıyla oynayamayız.” Demesi oldu.
Annesi kanseri yenmiş biri olarak, sana samimiyetimle söylüyorum, gerçekten organik ürünler bulmak bazen çok zor olabiliyor. Her organik, organik olmuyor yani. O yüzden bu konunun önemini benim kadar iyi bilen olamaz. Olur aslında ya, ailesinde hasta olan herkes benim kadar bilir. Sağlıkla ilgili konularda kazık yemenin ne kadar acı olduğunu da bilir. O yüzden böyle yerler gördüğümde ve güvenilirliğine emin olduğumda hemen yazmak istiyorum. Offfff, konu ağırlaştı birden.
İnternet sitelerinden online satışları var ama buralardaysan, git bir uğra kendin gör bence. Zaten, içeriye girdiğinde masa falan var, müşterilerle oturup sohbet etmek için koyulmuş. Burnu havada insanlarla karşılaşmayacağının garantisini veririm. Adrese de int sitesinden ulaşabilirsin.

16 Ekim 2012 Salı

İsim İşi, Hassas Bir İş

Samsun müftüsü geçen hafta zehir zemberek açıklamasını yaptı. İçinde tutsa daha iyiymiş. Kur-an’da geçen isimlerin bazılarının çok da anlamlı olmadığını söylediğinden beri, ismi Kur-an’da geçen herkes bir anlam araştırmasına başladı. Önceden rahattı tabi. “Adının anlamı ne” sorusuna Kur-an’da geçiyormuş cevabı verilip geçilirdi. Şimdi işin rengi değişti. Bomba anlamı olan isimler çıktı ortaya. Kulağa hoş gelen ama bir o kadar boş olan isimler.

Ben rahatım. Kur-an’da falan geçmiyor adım. Tamamen babaannemin egosuyla alakalı bir durum benimkisi. Annem hamileyken, babaannem kendi isminin bana verilmeyeceğini anlayınca, bulduğu bir ismi bana vermeye karar vermiş. Başlamış benim adımı düşünmeye. Bir gün, iki gün derken, mahallede bir kadının torununa “Seçiiiiiiillllll, Seçiiiiiilll” diyerek bağırdığını duymuş. İşte büyük ilham anı o an. O anda hissettiği aydınlanmayla, kendisi bir iki kere evin içinde bağırarak demo yapmış. Sonra da “hem ekosu güzel, hem yerle bir olan egomu toparlar” düşüncesiyle adımın Seçil olmasına karar vermiş biricik babaannem. Daha farklı, buram buram anlam kokan “aaa, ne kadar manidar “ dedirtecek bir hikaye anlatmak isterdim ama olay bu. Bu arada babaannemin adı Hatice, yani şu anda Hatice’nin seçtiklerini de okuyor olabilirdin. Hatice de bir derece yine, ya o mahalle de torununa seslenen kadın "Kezbaaaan" diye seslenseydi ne yapardım. Halim nice olurdu, sen düşün. Kezban seçti. Başlığa bak.

Hayatımın ilk büyük seçimini yapmam ise kardeşim doğduğunda oldu. 3,5 yaşındaydım. Babamla annem aralarında karar veremeyince, bana sordular. Ben de, babasına aşık her kız çocuğunun vereceği cevabı vererek, babamın istediği ismi seçtim. İsim annesi sayılırım ufaklığın.

Seçmeye çocukken başladım, o yıllardan beri hep seçerim ben elimde bir mikrofon diyerek, iğrenç bir geyikle Samsun müftüsü yüzünden dadandığım isim konusunu kapatıyorum. Bütün bunları neden anlattıysam artık, saçmalıyorum mütemadiyen. Gece yazıyorum, ondan oluyor bunlar. Yoksa hiç saçmalamam, valla bak.

14 Ekim 2012 Pazar

Kuaför Dediğin Aç Olmayacak


Osman’la bundan birkaç yıl önce, şu marka olmuş kuaförlerin birinden, Kibariye sarısı saçlarımla çıktıktan sonra tanıştım. Dünyanın parasını bayılmışım, sonuç; Kibariye sarısı. “ Düzeltmeye bir ay sonra gel” diyerek, yolladılar bir de beni ama sana anlatamam, önce ki sonra ki fotolarım olsa, bir insanın nasıl çirkinleşebileceğini anlardın. Çıktım oradan, ağlıyorum yollarda rezil kepaze. Sim’i aradım hemen.  “Osmandayım ben, uğra bir göreyim” dedi. Kuaför salonuna adımımı atmamla, Osman hemen beni koltuğa oturttu. Sonra bir cerrah edasıyla “ volume 17’yle 23’ü karıştırın. Aralara volume 28 le ışık atalım. Saçı yıpratmadan halledelim, hastaya zarar vermeyelim” gibi cümleler kurarak beni insan içine çıkılacak hale getirdi. O gün bugündür hem çok iyi arkadaşım, hem de bana ne istediğimi bilen bir kuaför bulmuş olmanın dayanılmaz rahatlığını yaşatıyor.

Hayatta nefret ettiğim 3-5 şeyden birisi aç kuaförler. Kız erkek fark etmez. Eminim senin de başına gelmiştir. Arada, fön için mahallede ki kuaföre gidiyorum. Sanki kuaföre değil de, gözünü cebime dikmiş, para emici bir vampirin dükkanına girdim. İlk sorusuyla başlıyor “ saçınızı kendiniz mi boyuyorsunuz “ sorudaki kinayeye bak. Aklınca bana, saçların o kadar kötü ki ancak kendin boyamış olabilirsin demek istiyor. “Yahu 4 renk ışığı kendi kendime saçıma verebilsem zaten kuaför olurdum” diyince ben, hafif bir duraksıyor ama yıldırma çabaları bitmiyor. “fön çekmeseydik, topuz yapsaydık, at kuyruğu da olur, manikür lazım mı, pedikür lazım mı, kaşlara şekil verelim, saçınıza maske yapalım “ öldürüyor da öldürüyor beni. Bir fön 10 dk sürüyorsa ben 10 dk boyunca “gerek yok, şu an değil, başka zaman, teşekkür ederim” diyerek oturuyorum.
  
Osman öyle mi ama yaa, saçım yapılırken çayımı kahvemi içerim; bir taraftan Osman'la dedi kodu yapıp son trendleri konuşurken, diğer taraftan manikürümü pedikürümü yaptırırım, arada “sana çok yakışacak bir renk var Seçil, dur sen ben yapacam” diyerek beni hiç beklemediğim sürprizlerle karşılaştırsa da , her zaman bilirim ki, o dükkandan beni palyaço gibi çıkarmaz. Kuaför dediğin olay bir çeşit terapi.

Bu zamanda, seni anlayan bir kuaför bulmak, yolda reşat altını bulmak gibi bir şey. Değerini bilmek lazım. Son olarak tüm kuaförlere diyorum ki, aç olmayın, gözünüzü müşterinin cebine dikmeyin diyorum ve hooooop gangnam style müziğim ve Ajdar dansımla yanından ayrılıyorum.

11 Ekim 2012 Perşembe

Orhan Gencebay ile Bir Ömür

-          Arkadaşlar hazır mıyız?

Hazır olmaz mıyız hiç Orhan babacım yaa, biz yıllardır hazırmışız da, sen anca hazır oldun. Yıllardır, senin tek bir albümünü, hatta kaset döneminde kasetlerini almadığıma, bazı parçalarını dinlerken pişman oldum. Tuhaf olan, çoğunu bilmem. Orhan Gencebay bir klasiktir denmesinin sebebi buymuş klasik olduğunu biliyordum da, bu kadar klasikleştiğini fark edememişim. Kusuruma bakma. Harika parçalarla, genç nesilden, senin dönemden sanatçılarla harika bir klasik daha yapmışsın. Yeni nesil seni tanısın istemişsin. İyi de yapmışsın. Güzel bir sonbahar albümü olmuş. Ben bu müzik işinden çok fazla anlamam ama bazıları mükemmel olmuş, bazıları hiç olmamış, bazıları olmasa da olurmuş.  
 
Ne iyi olmuşlar:
Ajda – Severek Ayrılalım : Süper star olmak böyle bir şey
Tarkan – Hatasız Kul Olmaz : Açık ara, en iyi cover
Zerrin Özer – Sev Dedi Gözlerim : Bir Zerrin Özer kolay yetişmiyor
Nükhet Duru – Gitti de Gitti : Parçayı dilime doladı
Ebru Gündeş – Dil Yarası : Bu kadının sesi bir acayip
Sezen Aksu – Akşam Güneşi : Çok dinleyince hayattan vaz geçirtebilir.
Sibel Can – Bilmesin O Felek : Baba’nın parçalarının duayeni.

İyi olmuşlar :
Athena – Bir Araya Gelemeyiz : Güzel cover
Duman – Gönül : Bu adamlar, başkalarının şarkılarında çok iyi
Emel Sayın – Hayat Devam Ediyor : Kendi tarzıyla, içimi coşturdu.
Nilüfer – Dertler Benim Olsun : Ne de güzel olmuş.
Özcan Deniz – Vazgeç Gönlüm : Ne de iyi olmuş.

Beni Şaşırtanlar:
Demet Akalın – Farkında mısın : Ummadığım bir performans
Kutsi – Ben O Zaman Ölürüm : Kutsi sen neymişsin.
Rafet El Roman – Beni Biraz Anlasaydın : Pardon, ben anlamamışım.
Yıldız Tilbe – Aşkımı Sakla : Sen neymişsin öyle.
Zara – Dilenci : içime işledi parça.

Ehh işteler:
Manga – Ya Evde Yoksan : bu parçanın “Neredesin Firuze” coverını dinlemesem, çok beğenirdim.
Candan Erçetin – Beni Böyle Sev : Bi şey eksik ama ne.
Deniz Seki – Benim Dünyam : Parçanın etkisini tam verememiş gibi.
Emre Aydın – Bir Teselli Ver : Ehh işte nin biraz üstü aslında
İzel – Kabahat Seni Sevende : ıııhh, mıhh, kem, küm
Seksendört – Dokunma : Ehh işte.
Şevval Sam -  Kahrolayım : Yanlış parça seçimi olabilir.
Volkan Konak – Gurbet : Kendi parçalarıyla fark yok gibi.

Olmamışlar :
Hande Yener – Kaderimin Oyunu : Şaka gibi
Yaşar – Yorgun Gözler : Şansı zorlamamak lazım.
Mustafa Sandal – Kır Gönlünün Zincirini : Sen n’apmışsın öyle.

Kötü Olmuşlar :
Mustafa Ceceli – Ya rabbim: Vasat
Serdar Ortaç – Hor Görme Garibi : Bu adamdan kaçamıyorum.

Bunlar Kim yaa’lar:
Berkay – Dünya Dönüyor
Yıldız Usmanova – Neyi Değiştirdik ki

Benim fikirlerim bunlar. Seneye sonbahara da Orhan Gencebay ile Bir Ömür 2’yi bekliyorum. Selami Şahin, Bülent Ersoy, Teoman, Işın Karaca, Sertab Erener olursa çok memnun olurum. Ellerine sağlık Orhan babacım. Koca yanaklarından, ellerinden öpüyorum. Bye.

9 Ekim 2012 Salı

Gönüllüler Merkezi

Birkaç hafta önce, annemin liseden ve üniversiteden arkadaşı, Hatice Farsakoğlu’nun davetiyle Büyükada’ya gittik.
Vapur Ada’ya yaklaştığında, koskocaman gülümsemesiyle bizi bekliyordu. Hatice Farsakoğlu, Adalar Belediye Başkanı Mustafa Farsakoğlu’nun eşi. Durum böyle olunca ve yanımızda Ada’yı en iyi bilen insanlardan biri olunca, bütün gün faytonla altını üstüne getirdik Büyükada’nın.
Fakaaat, benim sana anlatacağım olay farklı. Alıştığın yazılarım gibi; şurada yedik, şusu iyiydi. Burada gezdik, manzarası güzeldi demicem. Beni çok etkileyen ve girişinde “burada para geçmez” yazan Gönüllüler Merkezi’nden bahsetmek istiyorum sana.
2011’in Temmuz ayında Hatice Farsakoğlu’nun müthiş çabalarıyla Büyükada’da kurulmuş. Başka bir yerde de yok sanırım. Sadece Gönüllüler Merkezi için, köşkünün kullanılmasına izin vermiş bir Ada’lı. Köşkü sil baştan, neredeyse yeniden inşa ederek içinde kursların yapılabileceği bir merkez haline getirmişler. Bahçesini ve bir bölümünü ise oyun atölyesi yapmışlar, bir nevi kreş. Sebebi; kursa gelen kursiyerlerin çocukları varsa, hem eğitilecekleri, hem arkadaş edinecekleri, hem de iyi vakit geçirecekleri bir alan yaratmak.
Kurslar ise; cam üfleme ( Ada’da yaşasam ben kesin buna giderdim.), tiyatro, resim, matematik, ebru, piyano (buna da giderdim), keman, gitar, bağlama, Türk Sanat Müziği Korosu, model uçak yapımı, ingilizce, moda tasarım.
Şimdi asıl bombayı patlatıyorum. Bu kursların hepsi bedava ve kursa gelen kursiyer hiçbir şey getirmiyor. Mesela resim kursuna gitmek istiyorsun diyelim, kağıdından boyasına kadar her şeyi Gönüllüler Merkezi karşılıyor. Çocuğun varsa, O da aynı şekilde oyun odasından ücretsiz faydalanıyor.
Bir bölüm daha var Gönüllüler Merkezinde. Orada da mini bir kütüphaneyle okuma köşesi var. Hemen yanında ise, giyilmeyen kıyafetlerden, ayakkabılardan, kullanılmayan eşyalardan oluşmuş bir oda var. Görsen, aynı mağaza gibi. Her şey ütülü ve temiz bir şekilde askılarda duruyor. İhtiyaç sahipleri, ihtiyaçlarını, tıkıştırılmış çöp poşetlerinin içinden değil, askılardan giyerek deneyerek alıyorlar. Çok ince düşünülmüş, çok ince bir ayrıntı.
Dolaştıkça, orada yapılanları gördükçe, bunu sana da anlatmak istedim. Bir de bende tebessüm yaratan olaylardan birisi, Hatice Farsakoğlu’nun kızı Yağmur’dan, Gönüllüler Merkezi’nin açılışında, Yağmur’un ve babasının kıyafetlerinin bir çoğunu ihtiyaç sahiplerine verilmek üzere askılarda gördüklerini duymamdı. Haberleri yokken ne var ne yoksa toplamış, askılara asmış Hatice Farsakoğlu. 
İşte böyle canla başla çalışılarak oluşturulmuş Gönüllüler Merkezi. Türkiye’nin neresinde olursan ol, bir gün yolun Büyükada’ya düşerse; evden çıkarken, giymediğin kıyafetlerini, kullanılmayan eşyalarını, boya kalemlerini, okumadığın kitaplarını yanına almayı unutma. Aşağıda verdiğim numarayı ararsan, vapurdan inerken seni karşılayıp, götürdüklerini teslim alacaklar. Hatta çok fazla eşyan varsa, İstanbul’dan almaları için de arayabilirsin.
Böyle bir konu yazdım ya, içim garip bi huzurla doldu.
Adalar Belediyesi – Gönüllüler Merkezi
Tel: 0216 382 66 38






7 Ekim 2012 Pazar

Taken 2 'yu Ben Seçmedim

Önce bir özet geçeyim film hakkında, sonra neden seçmediğimi uzun uzun anlatıcam.
Oyuncular; Liam Neeson, Maggie Grace, Famke Jannes. Senaryo ise Luc Besson ve Mark Kamen  ( Allah Onları nasıl biliyorsa öyle yapsın), yönetmen; Oliver Megaton.
İlk filmde Neeson’ın kızı kaçırılıyordu ve kahraman, yeri göğü muhteşem zekası ve teknik dövüşleriyle inleten Neeson tüm çeteyi öldürüyordu. İkincide ise; öldürülen Arnavut çete üyelerinden birinin babası, intikam almak için Neeson’ı, karısını, kızını İstanbul’da sıkıştırıyor.
Ben de, her sazan gibi, filmin %90’ı İstanbul’ da geçiyor, kesin izlemeliyim beyniyle gittim izledim. Sonuç; hayal kırıklığı, öfke, sinir oldu.
Hadi toplanalım bir anti- İstanbul filmi yapalım demişler sanki. Filmde İstanbul’u kötü gösterecek her türlü ince ayrıntı düşünülmüş, titizlikle çalışılmış. Bir tek develeri unutmuşlar.
Filmde ki tüm kadınlar sadece gözleri görünen kara çarşaflılar, adamlar ise tıknaz, esmer, ya kirli sakallı ya da bıyıklı. Balat’ın ne kadar dökük çirkin hanı varsa, hepsini filmden öğrenebilirsin. Köprü olarak gösterilen yer, Galata Köprüsü. Neelson’ın kızı, filmde kafasına göre, üç yeri bombalıyor, bir tane siren sesi yok, kimse umursamıyor ( sürekli bombalanan şehir imajı ), bir ara polis arabaları çıktı meydana, hepsi de Murat 131. En kötüsü de ezan sesinin gerilim müziği niyetine verilmesi ve tecavüz sahnesine background yapılması. Artık bu kadar da olmaz diyorsun dimi ama olmuş. Luc Besson yapmış. Adamın Türk insanı ve Türkiye algısı bu demek ki.
Luc Besson sever, sevmez. Kimse sevmek zorunda da değil zaten. Benim anlamadığım olay, bu film bizim Kültür Bakanlığından nasıl geçti. Ya hiç mi bakmadınız, hiç mi sormadınız “bu film nasıl bi film” diye. Hadi sordunuz, biliyorsunuz, ülkeyi bu kadar kötü gösteren bir filme nasıl izin verirsiniz. Üstelik hala Midnight Express içimizde bir yara iken, yıllardır biz o filmi unutamamışken.
Hadi İstanbul’u kötülemesini falan bir tarafa bırakayım, aksiyon filmi olarak da oldukça kötü. Filmin paçalarından klişe akıyor.  İlla ben aksiyon hastasıyım diyorsan da, al korsanını izle. Valla. Taken 2 için, her türlü korsana evet diyorum. Hiç değilse, bizi ucube, böcek gibi gösteren elin Amerikalısı değil, bizim insanımız para kazanır. Torent’le bile indirme, o derece.
Son olarak; aksiyon seven, tarafsız biri olarak söylüyorum, bu filme gitme. İstanbul’a ve ülkesine aşık taraflı biri olarak söylüyorum; bu filme sakın gitme. Kötü değil, çok kötü.

Skyfall geliyor şimdi, biten imajı belki o düzeltir ama o da kötüyse, yakarım bu gezegeni !!!

5 Ekim 2012 Cuma

Art Director Arkadaşı Olanın, Sırtı Yere Gelmez

Dün bütün bir öğleden sonra uğraşarak blogu Pın la beraber değiştirdik. Daha doğrusu ben söyledim, O yaptı.
Pın’la ilk 2,5 yıl önce falan İstanbul da tanıştık. Ben Denizliliyim, Pın İzmirli. Egelilerin anında  kaynaşarak dost olabilmek gibi super bir yetenekleri olmasına rağmen, biz pek birbirimizden hoşlanmıyorduk. Ben bi geri geri mesafeli durarak, hatta asla arkadaşım olacağını düşünmeyerek, sırf Se’nin arkadaşı olduğu için mecburen görüşerek Pınla ilişkime devam ettim. Açıkça söyleyeyim sana da, bunun sebebi tamamen, o aralar benim kafamın güzel olmasıydı.
Derken, gün oldu devran döndü, mecburi görüşmelerim, telefonda “ e bi görüşelim artık ama yaa, ne zaman oldu” lara döndü. Tabi bunda Pın’ın pozitifliğinin deli gibi etkisi var. Birden arkadaşlığımızda level atlamaya başladık. Zaten Ege’li iki insan ne kadar mesafeli kalabilir ki.
Bana blogu açtıran da Pın oldu. Geçen kış; bir babet projemiz vardı. Babetlerin tanıtımını yapmam için bana zorla blog açtırdı. Yok, yanlış yazdım. Açtırmadı, kendisi bana açtı. Blogun tasarımından, şablon seçimine kadar her şeyi yaptı, hatta “seçil seçti olsun, başka şeylerde yazarsın” diyerek, adına bile karar verdi. Fark ettiysen, bunu derken ikinci yaptırımın geleceğinin sinyalleri de geldi. Pın bunlarla uğraşırken, ben kahve falan yaptım. Sonra oturduk, benim babet yazımı beraber bloga girdik. Ben de bi zahmet işte yazıyı yazmıştım. Babetleri yayınladık ya blogda, ben ohhhh diyorum, işim bitti. Neeeerdeee; bir kaç gün sonra beni Kırmızı Ödül Törenine çağırdı. Gitmez olaydım. Başladı hemen “bunu da yaz, bak seçil bunu kesin yaz” demeye. Sırf çenesi kapansın diye, Kırmızıyı da yazdım.
Öyleydi, böyleydi, hadi şunu da yazayım, bunu da yazayım derken, bir baktım, daha önce günlük bile tutmayan ben de, yazı yazmak alışkanlık oldu.
Dün de beraber, artık blogun bir değişime ihtiyacı var diyerek, öğleden sonra başlayan çalışmamızı, aralıklarla yaptığımız 1500 değişiklikten sonra az önce bitirdik. Benim maymun iştahıma ve fikirsizliğime yaklaşık 24 saattir tahammül ediyor benim canım Pın’ım.
O benim için, bu kadar çok şey yapınca, ben de bu yazıyla teşekkür etmek istedim. Eğer sen de bir gün, bir art director’e ihtiyaç duyarsan;
Adres:
Pınar Kaya
tel: 05322036605

2 Ekim 2012 Salı

ZOR

Emre Başaran yapmış. Çok da güzel yapmış. Bir mikro belgeselin hem görüntü yönetmeni, hem prodüktörü hem de yönetmeni olmuş.
Emreyle geçenlerde Teşvikiye de buluştuk. Hem bu kısa filmi izledim, hem de olayların nasıl geliştiğini öğrendim. Hikayesi masal gibi olunca, sana anlatmazsam olmaz dedim, yazdım.
Konusu, Rize de, çay toplayan, yetiştiren halkın çilesi, yaşadıkları zorluklar ve sıkıntılar. Fakat bunu sana öyle sıkıcı bir belgeselle anlatmıyor. Filme başladıklarında ismi bile yokmuş, çekimlerde ismine karar vermişler. E konu yaşanılan zorluklar olunca, adı da “zor” olmuş. Sponsorları Lipton. Dikkatini çekerim, Lipton ilk defa sponsor oluyor. Çekim ekibi  sadece 5 kişiymiş, toplam ekip ise 10 kişi. Bu kadar az kişi olmasının sebebi maliyet yüzündendir, bütçe düşüktü demek ki diye düşündürse de beni, gerçekler öyle değilmiş. Ön yargıma doymayayım. Sebep, tamamen her şeyin doğal olmasını istemeleriymiş. Bütün çekimi, iki kamera ve bir ses kayıt cihazıyla, çekimlerden kimsenin haberi olmadan yapmışlar. Filmde ki hiç kimse de oyuncu değil, hepsi yörede yaşayan insanlar. Toplam 25 kişi ( yaşları 4 ile 103 arasında değişen) sıkıntılarını, ne hissettiklerini, çilelerini anlatmışlar. Çay diyip geçmemek lazım.
Filmin müzikleri, Farfara Grubundan Tolga Büyük tarafından, doğal seslerin bilgisayar üzerinden müziğe dönüşmesiyle oluşmuş. Bu, sence de müthiş değil mi.
Filmin editörü Cenk Erkan. Emrelere danışmanlık yapan ve yardımcı olan isimler ise Ali Biryol ve Metin Gültan.
Şimdi geliyorum, ben izlediğimde ne hissettime. Çayın zahmetlerle önüme geldiğini biliyordum da, 1001 zahmetle geldiğini o gün öğrendim. Filmi izledikten sonra, önümde ki çayın kalanını, şarap içer gibi, koklayarak, tadına vararak içtim. Dediğim gibi; çay diyip geçmemek, bi düşünmek lazım. İzledikten sonra bir de şunu düşündüm. İnsanlar ikiye ayrılır, çaycılar – kahveciler. Ben kesinlikle çaycılardanım.
 Filmin kısa bir versiyonunu sana gösterebilmek için çook uğraştım ama 150 inci yükleme denememden sonra pes ettim, isyan ettim, feryat ettim. Yapamadım yapamadıııımmm. Yalnız çok güncelim. Hiç bir yerde yokken bak anlattım sana, youtube da bile yok daha, o derece. Bir de yükleyebilsem super olacaktı.