28 Şubat 2013 Perşembe

Drag Queenlerle Hava Festival Havası

Cahide’nin kadın kılığına giren erkek dansçıları yani drag queenleri…
Yazdan beri peşlerindeyim.
Şu röportajı yapabilmek için çektiğim çileyi bir ben bilirim. Araya hatırı sayılır insanlar koymadığım mı kaldı, yan yatıp çamura basmadığım mı kaldı, şaşı bakıp şaşırmadığım mı!İlk önce Ahsen’le buluştuk. Ahsen draglarınshowdirector’ı. Beni önce bir yıldırmaya çalıştı ama ben yemedim. Dedikleri gibi azmin sonu zafer işte. Ve sonundaCahide’nin güzeldragqueenlerini evimde ağırladım. Evime gelen en neşeli misafirlerdi. Hatta ben röportajı yaparken, Ahsencim çaylarımızı falan tazeledi. Beni yormadı sağ olsun. Çok samimi geçen, kimsenin kasılmadığı harika bir sohbet oldu. İlk, ciddi ciddi araştırarak yaptığım röportajı onlarla yapmaktan ayrıca mutlu oldum. Ben evime sadece dragları çağırdığımı sanıyordum ama bir leb-i derya davet etmişim, benim bile haberim yokmuş. 
 Drag queen olmaya nasıl karar verdiniz?
Ahsen: Ben Ali Poyrazoğlu öğrencisiyim. Birden drag queen olmadım. O yıllarda arkadaşlarımla bire bir transformis tiplemeler yapıyorduk. Marillyn Monroe, Zerrin Özer gibi. Sonra bu işi profesyonelliğe dönüştürdük ve Tıpa Tıp Show olarak çok popüler olduk. Zamanla eğlence tarzı ve eğlence mekanları değiştikçe, kostümler de değişti. Bende bunu daha upgrade yaparak meslek haline getirdim.
Drag Moses: Ben konservatuvarda klasik bale öğrencisiydim.Mimar sinan’da klasik baleden modern dansa geçtim... İlk başlarda clup’larda dans ediyorduk. Sonra ben bir clup’ta dans ederken beni Ahsen keşfetti ve drag oldum.
Drag Papi:Moses’la İzmirden arkadaşız. Ben tiyatro okuyordum. Moses beni dansa yöneltti. Klasik bale eğitimi aldım. Cahide’de ekibe yeni kişiler alınacağını söyledi Moses. Sonra Ahsen’le tanıştım. Bir hafta içinde yetenekli bulunduğum için kadroya dahil oldum.
Nurtopu Saçan: Ben bu işe Cahide’de başladım. Daha önce kısa filmlerde küçük showlarda yer alıyordum ama profesyonel olarak ilk Cahide’debaşladım...
Drag isimlerinizi nasıl seçtiniz?
Nurtopu Saçan: Benim adımı Ahsen buldu. Önce Nurtopuydu daha sonra NurtopuSaçan’ın daha eğlenceli olacağına karar verdik.
DragPapi: Ben isim bunalımı yaşarken benim adımı İzzet Çapa koydu. Papatya olsun dedi, kısaca Papi diyoruz.
Ahsen: Biz drag olarak sahneden sonra varız Cahide’deama sahnede bir çok kimliği taşıyoruz. Bir köylü kadından vals yapan birine dönüşebiliyoruz. Gecede 10 kıyafet değiştiriyoruz. Showlarımızkabare tarzı. Sahne saati yemek saati ayrı oluyor. O yüzden drag kimliğimiz, showlardan ve yemekten sonra ortaya çıkıyor
Dragqueen rol modelin kim?
Nurtopu Saçan: Zeki Müren ve Bülent Ersoy.Çalışırken izlediğim arkadaşlarımdan ve Ahsen’den de çok şey öğrendim. Çünkü Ahsen bu işte profesyonel ve birçok şeyi ondan gördüm. En son sahneye çıkarken bile Ahsen’in bize verdiği disiplinle hareket ediyoruz.
DragPapi: Bende Zeki Müren’in platformlu ışık saçan bir resmi vardı. Ondan çok etkilenmiştim. O resimleri de 2000 de falan görmüştüm ve 1960’larda böyle bir şey yapabilmesini taktir etmiştim.
DragMoses:  Ben Madonna hayranıyım. Madonna’nın kliplerinden ve danslarından çok etkilendim. İlginç kliplere olan merakım da bana ilham verdi. Ama ben Ahsen’i tanıdıkça, onu kendime rol model olarak seçtim. Ahsen benim annem, bende onun kızıyım. Bu konuda çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Ahsen koreografi çıkarır, dragqueen’lik yapar, taklit yapar ve dans eder. Bu yüzden rol modelim Ahsen.
Ahsen: Biz saçımızla başımızla danslarımızla orada eğlendirmek zorundayız. İşimiz bu. Her şeyin bir sistemi var. Kitap okumaya son sayfasından başlayamazsınız. Hayatımız farklı bir yöne gitse bile, benim öğrettiğim her şeyi kullanacaklardır. Çok yetenekli arkadaşlarım var ama ne yazık ki kendilerini yetiştiremiyorlar. Aynı işi yapan profesyonel iki ekip düşünün, bizim ekibimizin farkı her zaman ortaya çıkıyor. dragqueen olmanın da bir kuralı var. Bülent Ersoy’u gördüğümüzde bile onun öyle olmasının sebebini görüyoruz. Bir sürü taklidi çıkmıştır ama Bülent Ersoy bir tanedir.
Draglık 1870’lere dayanan çok eski bir meslek. Amerika’da cinsel özgürlük mücadelesinde de, dragların çok önemli bir payı var. Sizin, Türkiye’de  böyle bir etkinliğiniz oldu mu?
Ahsen: Böyle bir şeye gerek yok. Çünkü bu tarz şeyler zaten bu ülkede kabul edildi. Kargaşa yaşanmadı bununla ilgili.
Nurtopu Saçan:Türkiye’deki insanlar ikiyüzlüler aslında. Televizyonu açıyorlar Huysuz’u görüyorlar. Bülent Ersoy’u izliyorlar. Bülent Ersoy bir travesti. Onu beğenip alkışlıyorlar. Sonra evine giderken iki tane transseksüel görüyor. Onlara bakış açısı aynı olmuyor. İkisinin arasında aslında hiçbir fark yok. İkiside çalışıyor, ikiside para kazanıyor. Bülent Ersoy da bu günlere gelmiş ama ne mücadeleler vererek gelmiş. Bu bizim yaşadığımız toplumla alakalı. Bu sadece eşcinsellik için değil, aklınıza gelebilecek bir sürü şey için geçerli.
Draglık yasası olsaydı ve yasadaki kuralları ihlal edenlerin draglığı sona erseydi, bu yasada hangi kuralın olmasını isterdin?
Nurtopu Saçan: Ben pek yasalara ve kurallara inanmadığım için buna cevap veremeyeceğim.
Ahsen: Temizlik. Su ve sabun her yerde bulunabilen bir şey. Bir insanın pis olmasını asla kabul edemem.



İstanbul’da sizden başka drag queenler de var. Tüm draglar bir show sahnesinde olsaydı, bu nasıl bir gösteri olurdu?
Ahsen: Muhteşem bir sirk olurdu. 63 kişinin aynı anda performans gösterdiği bir gösteri hazırlamıştım daha önce. Muhteşem olmuştu.Bu sorunun cevabı kesinlikle sirk.
Dünyanın başka bir yerinde dragqueen olsaydın; nerede ve hangi performansta olmak isterdin?
Drag Papi: Nerede olacağımı bilemiyorum ama bir underground mekanda direk dansı yapmak isterdim. 
Nurtopu Saçan:Londra’da olmak isterdim.Cazı daha çok sevdiğim için,Burlesque Show’da olmak isterdim.
Drag Moses: Ben sirk seviyorum. Öyle bir yerde yer almak isterdim.
Ahsen: Ben 2009’da Phuket’de kralın karşısında bir gösterideydim. Bir anda binlerce insanın alkışını duydum ve muhteşemdi. Şimdiki tecrübemle yine öyle, büyük bir prodüksiyonun içinde yer almak isterdim.
Drag king olma şansın olsaydı, king olmayı tercih eder miydin?
Drag Papi: Ben ederdim. Daha yapılı daha erkek daha maskülen. Bebeksi bir yüz ve 185 boy. Unutulmaz olurdu bence.
Nurtopu Saçan:Queen olmak daha eğlenceli.
Drag Moses: Ben king gibi hissetmiyorum. Queen gibi hissediyorum.
Ahsen: Bende memnunum çünkü bir kral tacı taşımak eğlenceli değil, kral tacını taşımaktansa queen tacını taşımayı tercih ederim.
Drag queen olmak senin için bir show mu yoksa yaşam tarzı mı?
Ahsen:Hepimiz için show
Sahneye çıkmadan önce nasıl hazırlanıyorsun?
Drag Papi: Gırgır şamata, dedikodu ile hazırlanıyoruz işte.
Kuliste hazırlanırken, olmazsa olmazın nedir?
Drag Papi: Çay ve sigara
Kulise girdiğinde hangi parçayla hazırlanmak isterdin?
Nurtopu Saçan: Birbirimize zaten sevdiğimiz parçaları sürekli dinletiyoruz.
Ahsen: Playlist’de Orhan Gencebay’dan Coldplay’e kadar pek çok parça var. Her şeyi dinlediğimiz için o kadarda fark etmiyor.
Show sırasında bir aksilik yaşasanız, mesela çorabınız kaçsa ne yaparsınız?
Ahsen: Bizim çoraplarımız Amerika’dan geliyor. Beyonce’nin giydiği çoraplardan ve burada bulunmadığı için bizim için çok önemli. Çorap kaçtığı anda hepimiz down oluyoruz. Bu arada hakkı yenmesin çorap tamircimiz bile var.DragNegritaaynı renk olması için çorabın lastiğinden ipini çıkararak bire biryapıyor. Biz erkeğiz ve show’a çıkıyoruz. Bu çoraplar bizim proporsiyonumuzu inanılmaz güzel gösteren çoraplar o yüzden çok önemli.
Makyajla tamamen değişerek çekici bir kadına dönüşüyorsun. Bununla ilgili, bana ufak bir makyaj sırrı verir misin?
Drag Moses:Biraz daha üstten kalem çekerek dudaklar büyür.
Drag Papi: Gözünün altına siyah, göz içine de beyaz kalem çekince gözlerin daha büyük görünür.
En sevdiğin dans show’u hangisi?
Nurtopu Saçan:SingSing isimli bir show’umuz var. Onu çok beğeniyorum.
Müşteriler ne yaptığında, çok rahatsız ya da çok mutlu olursun?
Drag Papi: Peruğumu çektiklerinde çok rahatsız oluyorum. Biz orada show için bulunuyoruz ve peruğu çekmeyi eğlence olarak gören insanlardan rahatsız oluyoruz.
Hediye alıyor musunuz?
Ahsen: Çok samimi arkadaşlarımız var müşteriler arasında. Onlardan hediye aldığımız zamanlar tabiki oluyor.
Drag Moses: Bu şöyle bir şey bile olabiliyor; yemeğe gelmişler, o gün tanışmışız, sıcak bir diyalog oluyor ve taktığı bir takıyı bile müşteri “içimden geldi bunu sana vermek istiyorum” diyebiliyor.
Ailen işine nasıl bakıyor?
Drag Moses: Benim ailem dragqueen olduğumu bilmiyor. Dans ettiğimi biliyorlar ama kadın kılığına girdiğimi bilmiyorlar. Söylenecek kişi var söylenmeyecek kişi var. 
Show sonrası seni en çok ne rahatlatır?
Nurtopu Saçan: Eve gidip duş almak
Drag Papi: Kuliste bir saat oturup şamata yapmak. Çünkü kendi içimizde çok eğleniyoruz.
Ahsen: Show sonrası değilde, yeni bir şey yaptıktan sonra onun beğenildiğine emin olmam ve başarmış olmanın hazzı beni rahatlatıyor.
Bir çizgi film kahramanı olsaydın, kim olmak isterdin?
Drag Papi: Anastasia. Trenin arkasından koştuğu sahneyi unutamıyorum.
 Ahsen :RogerRabbit’dekijessica olmak isterdim.
 Nurtopu Saçan:Jetgiller’de olmak isterdim. Oradaki yüksek apartmanlarda yaşamayı, uçan arabalarımız ve hizmetçi robotlarımızın olmasını isterdim.
Drag Moses: 101 Dalmaçyalı’dakiCruella de Vil olmak isterdim.
Hayatın kitap olsaydı adı ne olurdu?
Drag Moses: Kanatlarım ve Harem.
Bir içkiye adını vermek istesen bu hangi içki olurdu?
Ahsen:Votkayla elma suyunun birleşimi olan bir içki olurdu.
Yaptığın en çirkin davranış nedir?
Nurtopu Saçan:Tırnaklarımı yemem.
Drag Moses: En sonda söylenecek şeyi en başta söylüyorum ve bu yüzden bazen insanların kalbini kırabiliyorum. Son iki senedir dizginlemeye başladım. Çünkü çalışırken sürekli bir topluluk içindeyiz ve farklı insanlarla çalışıyoruz. Etrafımızda bu kadar çok insan olunca, yavaş yavaş nasıl davranmam gerektiğini öğrenmeye başladım. Cahide hepimiz için okul gibi.
En sevdiğin dondurma nedir?
Ahsen:Vanilya
Nurtopu Saçan:Meyveli dondurmalar.
Bazen patronlar öyle minik jestler yaparlar ki, çalışanlar aile olduklarını düşünürler. İzzet Çapa, size bunu düşündüren jestler yapıyor mu?
Drag Papi: Kandillerde kandil simidi yolluyor.
Nurtopu Saçan: Bizim başımızdaki insan Ahsen ve Ahsen tam bir hediye insanıdır. Yurt dışına gittiğinde aklınızın alamayacağı kadar çok şey getirir.
Ahsen: Biz bu kadar kalabalık bir kadroyla burada çalışıyorsak bunun en önemli sebebi İzzet Bey’dir ama bunun sebebi de bizden memnun olması. Nasıl bir mutfak, temizlik, güvenlik departmanı varsa biz de ayrı bir departmanız ve azalmıyoruz, gün geçtikçe çoğalıyoruz. Patronumuz bize jestini bu şekilde gösteriyor. 
10 yıl sonra kendini nerede görmek istersin?
Drag Moses: Cahide’de yükselmek diyebilirim. Çünkü 10 yıl sonra Cahide’de aynı kalmayacaktır.
Ahsen: Ben 10 sene sonra bir eğitim merkezinde ya eğitimci olmak istiyorum ya da bir eğitim merkezi açmak istiyorum. Bunun sınıflarından birisinde dragqueen yetiştirileceğine eminim ama genel anlamda daha farklı bir eğitim merkezi düşünüyorum.
Çok önemli not 1:Röportajın olduğu akşam da Cahide’deydik ve show’ları gerçekten inanılmaz. İzlemeni tavsiye ederim.
Çok önemli not 2:Ben cüce değilim, onlar çok uzun.
Çok önemli not 3: Fotoğraflar Bihter Kaplan. Teşekkür ederim BB.

25 Şubat 2013 Pazartesi

Oscar 2013...

Bir Oscar törenini daha yer yer gülerek, yer yer kızarak, yer yer dövünerek bitirdik. Tören başladığında, sunucu olarak Set Macfarlane’i gördüm. Soğuk esprilerle başladı derken, birden Kaptan Kirk’ün gelecekten bağlanmasıyla ve “i saw your boops” parçasıyla eğlenceli olacağını düşünmeye başlamıştım ki Set Macfarlane iğrenç esprilerine geri döndü. İticiliğini baya baya pekiştirdi.
Kimin ne ödül aldığını söylememe gerek yok, kırmızı halıdan da bahsetmeyeceğim. Herkes hep bir ağızdan Jessica Chastain’i en şık seçti zaten. Şimdi elbisesi öyleydi böyleydi, saçı bilmem neydi demeye gerek yok ama bence ondan daha şıklar da vardı. Valla kıskançlıktan ölmüyorum.
Benim bahsetmek istediğim şey farklı. Ben de izlerken kendimce yorumlar yaptım. En iyi animasyonu Brave’e vermelerine kızdım. James Bond’a saygı kuşağını beğendim. Hobbit’in ve Wreck-it ralph’in hakkı yendi dedim. Kristen Stewart’ın ruh hastası olduğuna ve Jennifer Lawrance’in tam bir sakar sakine olduğuna kanaat getirdim falan filan.
Sonra birden bir aydınlanma yaşadım. Adamlar bir tören yapıyorlar. İnsanlar şıkır şıkır geliyor. “Biz bilmem kimiz, burnumuz artık kaf dağında, Oscar’a da inanmıyoruz zaten” tavırları yok kimsede. Çoğu ailesiyle birlikte orada. Hazırlanmışlar veya hazırlatılmışlar orasını bilemem ama herkes özenli. Bizde ki gibi kotuyla, atkısıyla, parkasıyla gelen yok. Herkes yaptığı işe de, başkalarının yaptığı işe de saygı duyuyor ve o kadar başarılı bir organizasyon ki dünyada zirilyon tane insan saat farkını, işi gücü okulu boş verip, gece oturup sabaha kadar bunu izliyor.
Ben kimim? Üçüncü dünya ülkesinden bir insan. Çayımı almışım, kahvemi almışım, oturduğum yerden evde ahkam kesiyorum, yok o bunu hak etmedi, yok bu daha çok hak etti,  diye diye konuşuyorum. “ayıp” dedim birden kendime, “bi kendine gel, haddini bil” dedim. Ergen zihnime hemen orada bir son vererek, “adamların buna bu ödülü vermesinde ki sebep bu olmalı, şu ödülü verirken bunu düşünmüş olmalılar” gibi, zihnimce daha yapıcı daha olgun ve öğreti dolu düşüncelere geçtim. Oscar’a kızdığında sana da tavsiye ederim.
Gecenin unutulmazı bence kesinlikle Barbara Streissant ve Shirley Bassey’di. Hele Shirley Bassey resmen yıkıldı. O nasıl bir performanstı öyle ya. Ancak bu kadar güzel olabilirdi. Linki buldum, araştırdım (çok araştırmacıyım, gerçekten çok zordu youtuba’a yazarak bulmam) izlemek istersen : http://www.youtube.com/watch?v=jF231V4OV5c    


Çok Önemli Not: Aslında Oscar yazısını perşembe günü için düşünüyordum ama perşembe günü çok bomba başka bir yazım olacağına emin olunca bugüne aldım. Yazdan beri peşlerindeyim ve nihayeeet sonunda röportaj yapmaya ikna ettim. Büyük sürprizimi kaçırma ;)

24 Şubat 2013 Pazar

Romantik Komedi 2 Bekarlığa Veda

Bu ülkede, romantik komedi denince akla ilk gelen doğu şivesiyle konuşan tiplerin yer aldığı filmler olduğu için, bu filmin vizyona girmesini gerçekten dört gözle bekledim. Gülemiyorum, doğu şivesinin içine konduğu, buram buram siyaset kokan romantik komedilere. Ne yapayım?
 Vizyona girmesini dört gözle bekledim ama geçen Cuma gidebildim. Bu aralar günlerim biraz yoğun. Bih, Sim ve ben gittik. Bir romantik komedi filminin tadı öyle sevgiliyle falan çıkmaz, en yakın kız arkadaşlarla çıkar.
Oyuncuları, bütün Türkiye biliyor. Tekrar yazmama gerek yok. Konusu adından da anlaşılacağı gibi, erkeklerin gizli saklı “bekarlığa veda partisi” yapması ve ortalığın karışması.
Birincisini izlediysen, ikincisi bire göre daha yavan geliyor ama yine de kötüleyemem. Yer yer gülmekten koparan sahneler oldu ve o sahnelerin çoğunda ki isim Gürgen Öz’dü. Açık ara farkla, filmde ki en iyi oyuncu. Kızların, arabada müziğin sesini açtıkları bir sahne vardı ki; içimden, “acaba yazın biz öyle arabada deli deli Ajda dinleyip, bağıra çağıra şarkıları söylerken bizi mi duydular da bu sahneyi ekledi bunlar” dedim. Üç aşağı beş yukarı, herkes bu tip şeyler yaşıyor demek ki. Çekimler ve kıyafetler gerçekten çok iyiydi. Hele kıyafetler, hele kıyafetleeer… kızların da, erkeklerin de kıyafet seçimleri çok başarılıydı. Filmden sonra eve gelince, gardırobumda ki her şeyi atmak istedim.
Bir diğer konu da; Adam and Eve’in kesinlikle gidilmesi gereken bir otel olduğunu ve Pronovias gelinliklerin çok güzel olduğunu üçümüzün de filmi izlerken anlamış olması.
Yer yer Sex and the City’i anımsattı. Sadece anımsattı. Çakması diyemem. Herkes çok ağır eleştirdi bu filmi ama bir de şu açıdan bakmak lazım. Filmin adı belli, ne olacağı belli, romantik komedi filmleri de belli. “Sen ne bekliyordun ki” derler adama. Sanki eleştirenler, fularlarını takıp, bir ellerinde pipoları, diğer ellerinde şarap kadehleri sanat evi sanat evi geziyorlar, sabahtan akşama kadar sanat filmi izliyorlar da bu filmi beğenmiyorlar. Filmde amaç eğlenmek, biraz kafa dağıtabilmek sadece.

21 Şubat 2013 Perşembe

August Rush

Seçil’in dvd kuşağına film yazmayalı epey oldu gibi hissettim. Gelen tepkiler de bu yönde olunca, geçenlerde izlediğim, izlerken müziğe doyduğum, uyumadan önce izlediğim için, bende bir masal dinlemişim etkisi yaratan August Rush’ı yani, Türkçe’ye “Kalbini Dinle” olarak çevrilen Robin Williams’ın da oynadığı filmi izlemeye karar verdim. Evet katılıyorum, bu kadar saçma bir çeviri de olamaz.
2008 yapımı Kristen Sheridan filmi. Kadro; Robie Williams, Freddie Highmore, Jonathan Rhys Meyers, Alex O’loughlin, Keri Russell. Filmin konusu ise, birbirine ilk görüşte aşık olan ve beraber bir gece geçiren müzisyen çiftin, daha sonra birbirlerini kaybetmelerini ve yetim bir çocuğun onları bir araya getirmesini anlatıyor.
Her ne kadar yukarıda anlattığım konudan, bir Yeşilçam klasiği izlenimi versem de, film aslında 90’ların içimizi ısıtan Amerikan aile filmlerine benziyor. Bir taraftan ağlarken, bir taraftan gülümseyerek izlediğin filmlerden.
İzlerken bir filmden çok, bir müzikal yada bir konser izliyormuş gibi hissediyorsun. İnsanların arasında dolaştığına ve hep var olduğuna inandığım müthiş enerjiyi filmde müzikle, sahnelerle, duyguyla bir masalın içindeymişsin hissini vererek anlatmışlar.
Film de geçen motto: “müzikten asla vazgeçme, ne olursa olsun. Çünkü başına kötü bir şey geldiğinde, kaçıp her şeyi unutabileceğin tek yer o.” Ben bunu hemen kendime çevirerek “yazmaktan asla vazgeçme” olarak uyarladım tabi ki. Mottodan kendime pay çıkarmasam ölürüm.
Filmi izlerken, gerçekçilik ararsan en büyük hatayı yaparsın. Benden tavsiye, izlerken kendini müziğe bırak. Güzel ve keyifli bir masal izleyeceksin. Çünkü bu film, bir masal anlatıyor.

17 Şubat 2013 Pazar

Bir Sevgililer Günü Daha Zarar Ve Ziyanla Bitti

Ardında bıraktığı enkazlı ve kırık dökük kalplerle birlikte bir sevgililer gününü daha geçirdik. Bu sevgililer günü ölsün. Gerçekten ölsün. Ben işin kapitalizmle olan bağlantısından falan bahsetmeyeceğim. Zaten o konulara girmek benim işim değil ama bu sevgililer günü yüzünden ne ilişkiler heba oldu. Derin araştırma çalışmamın sonucunda üç tip sevgililer günü insanı olduğunu buldum.
a)      Sevgilisi olmayanlar.
b)      Sevgilisi olup, sevgililer gününü kutlamayanlar.
c)      Hediye alıp, hediye bekleyenler.

Şimdi bu grupları teker teker incelediğimizde, “a”grubu için söylenecek çok fazla şey yok. Sevgililer gününe, bu güne kadar çok anlam yüklemediyse, depresyonsuz, sakin, soğukkanlılıkla atlatabilir ama ne kadar anlam yüklenmese hatta sevgilin olmasa bile yine de hafiften bir sızı olabiliyor. Kendimden biliyorum. Ha birde çok anlam yükleyip sevgilisi olmayanlar var. Onlar da depresyona giriş yapıyorlar bu günle birlikte.
“b” grubu ise zaten beklentisiz ama şunu iyi biliyorum ki, “b” grubu mensubu olup beklentisiz olan her insanın içinde bir yerlerde bir “acaba bir şey alır mı yaa” vardı. Hediye gelmeyince, kendileri de almayınca o “acaba” derinde bir yerlere gitti. Bir gün saçma sapan bir anda, saçma sapan bir sebepten gerginleşme olarak tekrar su yüzüne çıkacak.
“c” grubu her ne kadar en idealleri gibi görünse de, “iki tarafta hediye alıyor işte, herkes memnun, günün anlam ve önemi de yerine geliyor” gibi olsa da, aslında öyle değil. Çünkü ne alınırsa alınsın asla beklentiye cevap olmaz. Tabi ayrıca bir anlam yüklenip evlenme teklifi yapılmadıysa veya bu teklif alınmadıysa. Ha bir de şu olabilir; ihtiyaçlar önceden bir şekilde belli edildiyse, beklenen hediye gelebilir.
Bir de bunların dışında asıl problemi oluşturan başka bir grup var. Biri “b” grubundan, diğeri “c” grubundan. Tam bir ölüm ikilisi. İşte heba olan sevgiler derken tam olarak bundan bahsettim. Genellikle erkek “b” grubundan oluyor, kız “c” grubundan. Ölüm ikilisi gibi bir durum söz konusu. Benim etrafımda ki “c” grubundan iki kız arkadaşımın sevgililer gününde yaşadıkları hüsran anlat anlat bitmez ama biri akıllı çıktı. Hediye alırsam vereyim, atlamayayım hevesli gibi dedi. Diğeri hediyesini verdiğiyle ve bir çiçek bile alamadığıyla kaldı.
Yani bu “sevgililer günü” denen şey gerçekten ölsün. Mutlu olan sayısı az, beklenti fazla. Düşününce ne kadar beklentisiz olunabilir ki. Reklamların maşallahı var. Bu konuda çok iyi çalışıyorlar, başta Atasay olmak üzere. İnsana zorla bir şeyler aldıracaklar. Almayan tü kaka.
Birden fazla sevgilisi olup “c” grubundan olanların yaşadığı kaosu düşünemiyorum bile. Onların işleri çok zor işte. Söylemeden geçemeyeceğim; bir de o gün, sokaklarda, elinde ki kırmızı gülü bayrak gibi sallayan kadınlar bitiyor her yerde. Kezbanlığın üst safhalarında yerlerini aldılar.
Neyse ki, bu yılki sevgililer günü katliamı da bitti. Olan oldu artık. Herkes rahat bir nefes alabilir.  

13 Şubat 2013 Çarşamba

Sevgililer Günü mü...


Baştan kaybettim ben aşkta.
Sevdiğim adamla aramda 30 yaş vardı
Ve annemle rekabet edemeyecek kadar küçüktüm…
 

10 Şubat 2013 Pazar

Nusr-et Burger

Bur geldiğinden beri bir oradayız bir burada. Hangi saatte nerede olacağım belli değil. Sabah Florya’da kahvaltı yapıp, akşam yemeğinde karşıda bir yerlerde olabiliyorum. Şehir dışından gelen misafirlerin en güzel tarafı bu. Bir süreliğine sıkıştırılmış bir İstanbul programı oluyor. Evli evine, köylü köyüne döndükten sonra ise ben bir süreliğine dinlenmeye çekiliyorum. Tam dinleniyorum ki birileri daha geliyor. Şu an yazarken fark ettim; enteresan bir çarkın içindeymişim yıllardır haberim yokmuş.
Dün de ben sakin bir Nişantaşı günü geçirmeyi düşünürken, Bur birden “Bogaz’a gidelim yaa” diyerek rotamızı belirledi. Sonra Bih Sim Bur ve benden oluşan dört kişilik yıldız ekibimizle kendimizi Bebek’de bulduk. Bir süre orada burada oyalandıktan sonra yemek için Nusret Burger’i seçtik. Ben ilk defa hamburgerini yedim.
Hamburger’e bayılırım. Çok sevmeme rağmen, her yerde yiyemem. Bunun sebebi yedikten sonra, midemde yarattığı ağırlığın 2 gün sürmesi. Öyle rahatsız oluyorum ki, iki gün hiçbir şey yiyemiyorum. Hele o Burger’ın Mc’in burgerlerini yemem söz konusu bile değil. Nusret Burger’e girerken de biraz önyargılıydım. İnşallah yine mide fesatı geçirmem diyerek içeriye girdim.
Tahta masalardan oluşan küçük ama samimi bir dekorasyonu var. Heyecanla Menüye baktık ve baktığımızda topu topu üç çeşit hamburger gördük. Hepimizin tercihi de Lokum Burger oldu. kısa bir süre sonra burgerlerimiz yanında patates cipsiyle geldi. Çok samimi söylüyorum, yediğim en lezzetli burgerdi. Cheddar peyniri, karamelize edilmiş soğan vardı içinde. Ekmeği de normal burger ekmeklerinden farklıydı. Pastane ekmeği gibi, hafif tatlı bir ekmek.
Menüde fiyatlar yazmıyor. Merak edenler için, lokum burger’in fiyatı 25 TL. Normal bir yerde yiyeceğinden daha pahalı ama yedikten sonra inan bana değdiğini düşünüyorsun.    

7 Şubat 2013 Perşembe

Factory Girl

Kesinlikle izlemelisin diyeceğim bir film değil ama 60’ların gözde ve zengin kızlarından Edie Sedgwick’in hayatını anlatan, izlemeni tavsiye edeceğim bir film. Edie’nin hayatını Sienna Miller, Andy Warhol’u Guy Pierce oynuyor. Yönetmen George Hickenlooper.
Detayları verdikten sonra konuya geçebilirim. Edie, zengin bir ailenin güzel ve karizmatik kızı. Aynı zamanda sorunlu bir ailenin sorunlu kızı. Ensest uyuşturucu ne ararsan var. 60’lı yılların ortasında New York’a taşınıyor ve Andy Warhol’la tanışıyor. Andy’le tanıştıktan sonra hayatı bir anda değişiyor. Andy’nin şapka imalatı yapan fabrikasına hızlı bir giriş yapıyor. Beraber sürekli partilerde, sabahlar olmasın kıvamında yaşıyorlar, bu arada undurground filmlerde rol alıyor. Edie’nin ünü gün geçtikçe artıyor. Andy’le de yedikleri içtikleri ayrı gitmiyor. Çok iyi kankalar. Daha sonra ünlü bir yıldıza aşık oluyor. Filmde bu yıldızın kim olduğu itinayla saklanmış ama bilen bilir, kendisi Bob Dylan. Biz nereden biliyoruz? Edie’ye yazdığı bir çok şarkıdan biliyoruz. Andy’le Bob’un arasında kalıyor Edie. Hatta Bob’a delicesine aşık oluyor.
Andy’nin eşcinsel olduğu malum. Aralarında ki yakınlığın bozulmasından, Edie’nin en yakın olduğu kişi Andy’le, sevgilisi Bob arasında seçim yapmak zorunda bırakılmasından çok etkileniyorsun filmi izlerken. Hatta Andy’nin, kendi ününü de arttırmak için Edie’yi kullandığını görüyorsun. Filmi izledikten sonra hayranı olduğum Andy Warhol hakkında ki düşüncelerim değişti. “Adam değilmişsin Andy” dedim. O derece değişti. Filmde de Andy’nin tam pop’un ortasında oturduğunu görüyorsun.
Oldukça etkileyici bir hayat hikayesi, çarpıcı bir çıkış ve insanın içine işleyen acıklı bir çöküş Edie’nin hayatı. Dram trajedi.

3 Şubat 2013 Pazar

Nişantaşı 37

Geçen gün Pın’ın doğum günüydü. Aylardır görüşmüyoruz desem yeridir. Kız işe girdi, nasıl bir işse artık o, dünyayı unuttu. Etrafım iş manyaklarıyla dolu. İşten çıktıklarında da ilk işleri beni aramak oluyor bunların. “işten çıktım, nasıl olsa Seçil varyaa, sıkılmam” kafasında hepsi. Yaz gelirken teker teker dökülecekler, hissediyorum ve sinsice bekliyorum. İntikamım acı olacak. O yemeği soğukta olsa yerim. Yine başladım konuya gelememeye farkındayım. Elime klavye geçmeye görsün. Ne içimi dökesim varmış.
Neyse, bu Pın bana dedi ki, “doğum günüm 37’de oraya gel, mutlaka gel, ölümü gör gel” dedi. Bu kadar yalvarınca bende “gideyim hadi, intikam ateşimi bir tarafa bırakayım, kızın doğum günü" dedim. Nişantaşı’nda ki Reasurans çarşısında ki 37'denbahsediyor. Halk arasında ki tabiriyle “corridor”. Bu arada kaç kere gittim oraya, birkaç yer dışında hiçbir yerin adını bilmiyorum. Mesela orada corridor isimli bir yer mi var yoksa oraya genel anlamda mı corridor diyorlar? Bu benim için hala gizemli bir muamma. Etrafta ki telefon konuşmalarını tesadüfen işitince (müzik sesinden bağrış çağrış konuşuluyor malum) yer tariflerini duyduğumda tek muamma yaşayanın ben olmadığımı anladım.
Adres de bir enteresan. Kapı numarası 37 olduğu için mekanın ismini de 37 koymuşlar. Bih’le üst katta bir garsona sorduk. “Numara 37 nerede” diyoruz. “Bana mekan adı söyleyin” diyor. “Mekanın adı 37” diyoruz. “Hala numara söylüyorsunuz mekanın adını söyleyin diyorum size” diyerek bağırdı resmen. Gecenin asabisine biz denk geldik o akşam. En sonunda alt katta bulduk…
Klasik “aaaaaa burasıymış” dedikten sonra, içeriye girdik. Gayet küçük bir yer ama çok keyifli. Bildiğin mahalle barı. Canlı müzik vardı. Öğrendiğim kadarıyla pazartesi hariç her gün oluyormuş. Bu günlerde avama kaçmadan canlı müzik yapan yerleri bulduğumuzda oralara iyi davranmamız lazım. Çünkü nesilleri azaldı. Fiyatları da abartı değildi, makuldü. İçki çeşitliliği gerçekten ummadığım derecede şaşırtıcıydı. Kendi üretimlerinin de aralarında olduğu bir çok kokteylleri varmış. Ben o akşam içemedim ama hafta içi bir akşam giderek denemek istiyorum. Grupça gidilerek, bağıra çağıra şarkı söyleyip, arada cozutmak için birebir bir yer.