27 Haziran 2012 Çarşamba

Pek Bir Surfçüyüm

 
İki gündür blogda bir şey yazamıyorum, ama bir dinle neden yazamıyorum. Datçadayım. Bizimkiler yaz olunca burada biz de ara ara gelip gidiyoruz. Fakat bu yaz Datça benim için pek bir anlamlı.
Her şey dün aniden oldu. Birden o surf kursunun ilanını gördüm. Anında beynimde yanan bir ışık tabi ki. Bu surf kursu, Datça sakinliğini eğlenceye nasıl çevirebilirim’ e verilmiş bir cevap, kumsalda miskin miskin güneşlenerek geçen saatlerimin kurtarıcısı olabilir miydi?
Oldu. Gittim konuştum. 5 günlük ders veriyorlarmış. Hemen ok leştik. Dersim 11 deydi. Ben sabah 10 da kalktım. Bir telaş bende, surf kursuma geç kalacam diye. Sanki derse almicaklar beni. Haldır huldur kahvaltı yapdıktan sonra elime plaj çantamı kapdığım gibi gittim kursa.
Tolga başladı bana anlatmaya, “rüzgar şuradan geliyorsa sen yelkeni şuraya çevireceksin, board un üstünde şöyle dengede duracaksın, yelkeni böyle tutacaksın, şöyle yapacaksın, böyle yapacaksın, anladın mı” anladım diyorum Tolga ya, oysa anlar gibiyim.
Başladım ben debelene debelene board un üstüne çıkmaya, çıkıyorum ayakta durmak bir dert, pat düşüyorum. Düşerken de öyle nizamlı kibar bir düşüş değil, ayağın biri bard da diğeri suda eller kollar başka başka yerlerde bir düşüş. Yani “hem böyle rezil ol, hem de üstüne para ver” gibi bir durum yaşıyorsunuz. Bilmen kaç bininci düşüşümden sonra board da dengede durup yelkeni tutmayı başardım. Yan yan da güneşlendiği yerden bana bakıp gülenlere bakıyorum. Gördünüz mü ilk derste bunu başarmak zordur, azmettim mi yaparım msjı vermek derdim.
Sonra ben öyle artist artist elimde yelkenim ayaklarımın altında board um başardım edalarıyla gezerken, tam karizmayı toparladım bunlar bir de beni yarın görsünler diye içimden geçirip, kıyıya yakın yerlerde küçük çocuk misali elimde yelkenim oynarken, küçücük boarduyla taaa uzaklardan suyun üstünde kayar gibi Elif geldi. Kız daha 10 yaşında falan, ama nasıl iyi dengede duruyor. “Ben nasıl yani yaa” derken tekrar dengemi kaybettim ve hooop yeniden suyun içindeyim. 
Elif’in geçen yazdan beri düzenli surf yaptığını öğrendim sonra. Küçücük çocuğu nasıl kıskandım anlatamam. Ama azimliyim. Öğrenmenin yaşı yok. Bugün Datça sahillerinde surf yapıyorum, bir bakmışsın yarın elimde board um Florida Beach lerindeyim. Gizli bir yeteneğim var, hissediyorum :)   

24 Haziran 2012 Pazar

Canım Ciğerim


Gecenin bir vakti, açlığınızı sizi en mutlu edecek şekilde bastırabileceğiniz, naif ciğerci. Asmalı’da Yakup’un Yerini geçtikten sonra, hemen solda yer alan bu yer,  her ne kadar adıyla bir klişe olsa da mezeleriyle ve ucuzluğuyla hem midenizi, hem gönlünüzü hem de cebinizi mest edebilir.

Tarz yaratmak için yaptıklarını düşünmesem de yine tuhaf bir şekilde tarz olmuş bir yer. Dönen tahta bir merdivenden yukarıya çıkıyorsunuz, gazete kağıtlarının olduğu tahta masanızdaki küçük taburelere oturuyorsunuz, ne yiyeceğinizi söylüyorsunuz sadece. Anında mezeler ve lavaş siz istemeden masanıza geliyor. Şişiniz gelene kadar ufak ufak onlardan atıştırmaya başlıyorsunuz. Bir ezmesi var, denemeniz lazım. Közde soğan, biber, yeşillikler, ne varsa getiriyorlar. Sonra şişiniz gelip kuruluyor tabağınıza. Şişiniz iki seferde geliyor. Bu da sıcak sıcak yemenizi sağlıyor. Ben ciğer pek sevmediğim için genelde kuzu şişi yiyiyorum. O da gayet başarılı. Hepsinden yemek istiyorum derseniz de, karışık seçeneği var.

Geçen cumartesi gittim, yine şişleri ve mezeleriyle tarih yazıyordu ama kalabalıktan servis biraz geçti yada ben çok açtım. Fakat lezzet aynı lezzet, kalabalık lezzeti etkilememiş. Künefesi de harikaymış ama ben gittiğimde sadece bir porsiyon şişle bile o kadar doyuyorum ki, künefeye yer kalmıyor.

Bir şikayetim daha var. o şişler çok uzun. İnsan korkuyor orama burama batacak diye, lavaşla şişten eti ayırmaya çalışırken, şişe hakim olamıyorum, o kadar uzun. Azıcık kısaltsanız süper olur.

Asmalı da ya da İstiklal civarındaysanız, açlığınızın tokluğa dönüşdüğü o muhteşem yolda, size eşlik edebilecek bir yer. Gidiniz, yiyiniz. Yalnız şişleri çok uzun.

21 Haziran 2012 Perşembe

Erkekler Ne Söyler, Kadınlar Ne Anlar


Film klişelerle dolu olsa da, bazı sahneleriyle “Love Actually” i anımsatsa da, bizim film arşivimizde olan ve ara ara “hadi erkekler ne söyler, kadınlar ne anlar’ı izleyelim diyerek tozlu raflarından çıkararak izlediğimiz bir film. Hak eder mi böyle bir muameleyi ? kesinlikle hak etmez. Ama bazen zaman geçsin, eğlenceli bir şeyler izleyelim dediğimizde de, seçtiğimiz filmler arasından ilk sıralardadır.

Şimdi, bunca zaman geçti, film 2009 da vizyona girdi. Ben bu filmi neden yazıyorum dimi ? haklısınız. Dün akşam aynı buradaki gibi bir olay yaşadık. Konuşmalarımızın filmle pişti olduğunu fark edince yazmaya karar verdim.

Dün akşam üç beş kız bir yerde oturup, bir kadeh bir şeyler içelim, hem laflarız dedik. Buluşduk Nişantaşında. Birinci kadehten sonra, ikinci kadehlerin başlarıydı daha, birden konu erkekler oldu ve birimizi birinin neden aramadığıyla ilgili düşünceler geliştirmeye başladık. Erkekler neden aramaz, dünya henüz bunun cevabını bulamadı. Bizim bulduğumuz sebepler ise şu şekildeydi:

-          Belki geçmişini temizlemeye ihtiyacı vardır.

-          O, bence öyle sık arayacak bir tip değil, yani tarzı bu aslında, çok aramıyor

-          Belki yoğunluktan ölüyordur

-          Belki ıssız bir adadadır ve telefonu çekmiyordur

-          Belki ilişkinizi tartıyordur

-          Telefonu kaybolmuştur

-          Düşünmeye ihtiyacı vardır

-          Belki hasta

-          Korkuyordur …

Ve böyle bahaneleri sıralarken, birimiz dedi ki “ bir dakika ya şu anda yaşadığımız olay tam olarak erkekler ne söyler, kadınlar ne anlar olayı”  işte o anda, kocaman bir taş hepimizin kafasına düştü. Filmin ana fikri şuydu ARAMAK İSTESEYDİ ARARDI. Anında bir aydınlanma yaşadık. “Evet ya, aramak isteseydi arardı, istemiyor.” diyerek konuyu acı da olsa, net bir şekilde noktaladık.

Peki ben bunu neden anlattım, erkekler hep böyle filmlerle dalga geçerler ama kızlar arasında bu filmler gizli ve şifreli bir konuşma dili gibi. Yani bir anda hepimiz neden bahsettiğimizi anladık, filmden bazı kareler gözümüzün önüne geldi. Beynimizin bir yerlerinde ana fikir kodlanmış, yeri geldi açığa çıktı. İlişkiler hakkında yazmıyorum ama bu olayı filmle bağlayıca, yazma isteği hissettim. Hemcinslerime sesleniyorum, konu oldukça basit ve net. İki kelime : istese yapardı. 

20 Haziran 2012 Çarşamba

Bir Kuzguncuk Günü


Geçen hafta Pın’la beraber, hava sıcaktan ölüyor demedik, bu sıcakta karşıya nasıl geçilir 1500 derece demedik, bir değişiklik olsun Kuzguncuk’a gidelim dedik. Ben ilk defa gittim. Daha önce Kumral Ada Mavi Tuna kitabında bahsedildiği kadar biliyordum.

Arabayı park ettik, kendimi dışarıya attım ve bir masalın içindeydim. Sanki eski zamanlarda yaşıyor gibiydim. Hani bazı yerler vardır, mesela bazı evler, içine girdiğiniz anda size bir aidiyet duygusu yaşatır. İşte ben Kuzguncuk’a geldiğimde de bunu hissettim.

Sokaklarında starbucks, burger king, super market vb bir çok şeyi göremeyeceğiniz bu büyülü yerde içimi inanılmaz bir huzur kapladı. “Biraz sokaklarda gezelim, sonra bir yere otururuz” dedik. Dolaştıkça masalın içinde hanımeli ve ıhlamur kokusuyla kaybolmuş gibiydim. Can Yücel’in ruhu dolaşıyordu sanki sokaklarda. İstanbul içinde ama değil sanki, izole edilmiş bir yer gibi. Küçük kasaba misali, herkes birbirini tanıyor. Esnaf dükkanlarının önüne tabureler atılmış, kadınlı erkekli oturup sohbet eden insanlar. Utanmasam beni de aranıza alın diyecektim. Perihan Abla sokağı, (dizinin çekildiği yer ) Ekmek teknesi, kiliseyle dip dibe olan cami, ve caminin yapılmasında emeği geçen gayrimüslimlerle, bağışta bulunan papaz. Sokaklarıyla, kıraathaneleriyle, camisiyle, kilisesiyle, şirin cafeleriyle her şey “Kuzguncuk da, sevgiyle saygıyla insan yaşıyor” der gibiydi.

Bir arkadaşımızdan aldığımız tavsiyeyle “Ekmek Teknesi" adında bir yere oturduk. Abartmıyorum, hayatımda yediğim en güzel lahmacunu yemiş olabilirim. Turist yese Turkish pizza ya tapar. O derece. Yemekten sonra kahveden bize çay söylediler. Tam kahveci usulü geldi çaylarımız. Çaycı demiyorum dikkat edin, kahve diyorum. Oradan çıkıp, “bir Türk kahvesi iyi olurdu şimdi yaa” diyerek, yanındaki şirin cafe ye girdik. Orada da aynı olay, herkes bir muhabbet bir muhabbet, tek yabancı biziz içeride. Bir bizi tanımıyorlar gibiydi. 5 çayına gitmişiz gibi bir hava vardı.

Yalnız, acemiliğime geldi. Daha sonrasında herkese “biz kuzguncuğa gittik” diye, ağzımı doldura doldura anlatırken ben, öğrendim ki benim çevremde ki herkes gitmiş, bir ben gitmemişim. Öyle de ezildim, ezilmedim değil. Ama bir sonraki gidişimde muhakkak gitmem gereken yerleri de öğrendim. Gider gitmez, size de haber veririm ;) en kısa zamanda tekrar gidicem. Kafaya koydum.

Orayı bilenler, yaşayanlar, orada doğup büyüyecek kadar şanslı olanlar, şimdi ki halinin eski haliyle aynı olmadığını söylese de, muhakkak gidip görülmesi gereken masal semt Kuzguncuk. Beni büyüledi, sizi de büyüleyeceğine eminim. O kadar etkilendim ki ne anlatsam ne yazsam  az kalacakmış gibi hissediyorum. Nazım’ın da dediği gibi “Beykoz da oturmalı, Beykoz da çalışan adam. Fakat Kuzguncuk şirin yerdir.”


19 Haziran 2012 Salı

Cahide Harikalar Diyarı


Dört dörtlük rüya gibi bir mekandaydım dün akşam. Cahide Harikalar Diyarı. Nasıl isim demeyin, aynen ismi gibi harikalar diyarı. Girişte dev bir mantar ve salıncak var, içeriye girdiğiniz anda da masalın tam ortasına düşüyorsunuz.

Biz biraz erken gitmiştik. İyi ki de erken gitmişiz. Doya doya her yeri inceleme fırsatım oldu. İzzet Çapa daha ne yapabilirdi gerçekten bilemiyorum. İnanılmaz bir dekor, şahane bir atmosfer vardı. Barın üzerinde asılı duran şekerlemeler, dj kabininin tepesindeki ayna, oyuncaklarla süslü avize, boyut boyut, çeşit çeşit kocaman aynalar, duvarlardaki bacak mankenler… bu böyle gidiyor say say bitmez. Personel ve animatörler 100 üzerinden 1500 puanı falan hak ediyorlar. Showları, kostümleri, performansları, birbirleriyle olan uyumları harikaydı.

Bizim gitme sebebimiz Selami Şahindi ama sahne almadan önce animatörlerden birisi şarkı söyledi, ikinci şarkıda bir baktım elinde tepsi rakı dağıtan garson, mikrofonu kapmış ona eşlik ediyor. Beraber harika bir düet yaptılar. Ne cevherler var dedim. İki üç show sonrasında Selami Şahin sahnedeydi. Yıllar önce Denizli de Baron’un açılışında izlemiştim. Belki bir on yıl olmuştur. O kadar eski ama hiç değişmemiş, sahnesi hala yıkılan cinsten. Yine kalbi sızlatan parçalarıyla beni benden aldı.

Bu kadarla kalmadı tabi ki. Soner Sarıkabadayı ve Betül Demir de oradaydı. Onlar da sahneye çıkıp bir iki parça söylediler. iki akşamdır şansıma, olaylar  nar misali gerçekleşiyor. ilhan Şeşen'e gittim bir sürü insan sahneye çıktı. Cahide de yine aynı şekilde Selami Şahin diyerek gittim, iki kişiyi daha sahnede gördüm. Bu arada celebrity birkaç kişi de oradaydı. Hatta birisi çok ünlü bir gay ama oradan bir kızın elini tutarak çıkması, ben de “reklam olsun diye mi gayim diyor acaba bu” dedirtti.

Durumu özetlersem Cahide Harikalar Diyarı’nda bir masalın içinde gibi hissettim kendimi. Etrafta çan çalan tavşandan tutun da, iskambil kağıtlarına, kurbağaya, Alice’in merdivenine kadar her şey mevcuttu. Masalın içinde dans etmek, büyülenmek, kaybolmak isterseniz, kesinlikle gidin. Eşi benzeri olmayan bir yer. Ben hala masalda, dev mantarın altında bunları yazıyormuşum, önümden çanını çala çala tavşan geçiyormuş gibi hissediyorum. Ya da delirdim.




18 Haziran 2012 Pazartesi

İlhan Şeşen 41 Yıl, 41 Şarkı, 41 Hikaye Konseri


İlhan Şeşen her zaman bana kendimi iyi hissettiren bir sanatçıdır. Bahar esintilerinin olduğu bir akşamda, cam açık, tatlı tatlı size dokunan esintiyle birlikte dinlenecek parçaların sahibidir benim için.

İlhan Şeşen’in  41 Yıl, 41 Şarkı, 41 Hikaye isimli bir çok sanatçının katıldığı, Cemil Topuzlu’da olan konserini duyar duymaz “ben de muhakkak gitmeliyim” dedim. İyi ki de öyle demişim. Bir çok sanatçının İlhan Şeşen parçalarını söylediği, e tabi ki İlhan Şeşen’in de söylediği muazzam bir geceydi. Çok keyif aldım.

Ayşegül Aldinç, Kenan Doğulu, Burçin Büke, Kürşat Başar, Yonca Lodi, Nükhet Duru, Erdal Çelik, Endi & Poll, Feridun Düzağaç, Gündoğarken, katılan isimlerden bazılarıydı. Samimiyetle söyleyebilirim ki Ayşegül Aldinç hala taş. Bir kadın hiç mi yaşlanmaz. Bu kadın yaşlanmıyor. Kenan Doğulu harika sahne performansıyla bir anda herkesi coşturdu. Burçin Büke zaten muhteşemdi, bir şey söylemeye gerek yok. Nükhet Duru her zaman ki gibiydi ve yeni bir albümün haberini verdi. Endi & Poll ü her zaman sevimli bulmuştum yine  aynıydı.Gündoğarken sahnedeyken arkada eski kliplerini gösterdiler, o anı gerçekten görmenizi isterdim. Hep birlikte klibe bakarak (Gündoğarken ve İlhan Şeşen de dahil) güldük. O kliple anladım ki klip sektöründe çok gelişmişiz. Halit Kıvanç dinlemeye gelenlerdendi. Bir ara sahneye çıkarak, tebrik konuşması yaptı. Gerçek bir beyefendi. İzzet Öz sunucuydu. İlhan Şeşen le konser boyunca birbirlerine takılmaları aralarında ki dostluğun da çok kuvvetli olduğunu hissettirdi.

Ve İlhan Şeşen muhteşemdi. Rahatlığıyla, esprileriyle, kendisinden emin duruşuyla ve samimiyetiyle herkesi keyiflendirdi. Gecenin bana göre en önemli olaylarından birisi İlhan Şeşen’in oğlu Fuat Şeşen’in de o gece bir şarkıyla sahne almasıydı. “Aziz İstanbul” Fuat’ın kendi parçası. Samimiyetle söylüyorum, bu çocuğu takip edin. Parçası da oldukça iyiydi, seside. Babasının tarzında bir parçayla sahnede olması beni ayrıca sevindirdi. İlhan Şeşen’in arkasından oğlu Fuat geliyor diyebilirim. ( aşağıda yeşil pantalonlu çocuğun olduğu foto Fuat Şeşen )

Bir diğer güzel olay da İlhan Şeşen’in doğum gününün o geceye denk gelmesiydi. Hayatında geçirdiği en güzel doğum günü budur herhalde. Konserin sonunda oğlu ve diğer sanatçılar sahneye gelen pastayla doğum gününü kutladılar. E biz de kutladık tabi. Seyirciler hep birlikte “iyi ki doğdun İlhan” demeye başladı.

Çok keyif aldığım, ruhumu dinlendiren çok güzel birkonserdi. Nice 41 yıllara

SP: Bu arada kulise de sızdım (aşagıya bak ). Fırsat bu fırsat diyerek hemen bir fotoğraf da çektirdim haliyle. Çok yakında blogda bu konuyla ilgili başka bir yazı daha okuyabilirsiniiiiiizzzz J




17 Haziran 2012 Pazar

Yaz Günü Yaz Günü Nezle Olmak


Yazın nezle olunur mu demeyin, bal gibi olunuyormuş. Sadece olmakla kalmayıp, öldürmeyerek süründürme özelliğine de sahip.

Geçen hafta Kuzguncuğa gittik. Güneşin kaynadığı saatlerde gezdik dolaştık eylendik üzerine de buzzlar gibi karamelli dondurmamı yedim. Evet geldiğimde atıldım gittim. Birkaç günüm “grip oluyorum, yok yok olmuyorum geçti, yok hayır galiba oluyorum, yok atlattım” diyip, kendimi dinlemekle geçtikten sonra, tam geçtiğine inanıyordum ki kader ağlarını o tekne partisinde ördü.

Geçen cumartesi Taze Fikir’in 7. Yılı şerefine düzenlediği tekne partisindeydim. Türkiye’nin en iyi ajanslarından birisi. Zaten olmamasının imkanı yok, abartmıyorum oradaki herkes 7/20 falan çalışıyor. Çalışanlardan birisi “evliyim ama burada çalıştığımdan beri eşimle sevgili olduk” diyerek çalışma durumlarını gayet güzel özetledi. Durum böyle olunca da haliyle en iyi reklam ajanslarından biri olması normal.Sim de orada çalışıyor. Genel anlamda herkesin eğlendiği çok güzel bir geceydi. Patronlarını tebrik ediyorum. Her ay yapsın böyle bir etkinlik. Ben de Sim’in misafiri olarak gelirim, bana uyar. Motivasyon şart.

Konu nereden nereye geldi. İşte o tekne partisinde yediğim rüzgarla, benden gitti gidiyor sonunda dediğim grip, anında bir u dönüşüyle geldi, yerleşti. Sabah uyandığımda sesim, benim sesim değil gibiydi, o ses gitmiş yerine gelen ses yer yer Bülent Ersoy, yer yer Mustafa Keser diyeyim siz nasıl bir şeyden bahsettiğimi hayal edin. Arada bir de çatallaşan sesten çıkan tiz sesler vardı ki, onlara uygun isim bile bulamadım. Ne illet bir şeymiş yaz gribi. Kış hastalığı kışın olsun. Çekilecek şey değil. Millet havuzda, orada burada yüzerken ben bu günümü burnumu silerek, öksürerek, iced latte lere, iced bilmem nelere bakıp, ada çayı, sıcak ballı süt ve bunların saz arkadaşlarını içerek geçirdim. Bir de bu sıcakta üşüyorsun, üşümekle kalmayıp “terlesemde iyileşsem” diyorsun ya, bu ne yaman çelişki dedirtiyor. Ama şu an bir She-ra havasındayım. İlaçlarımı içtim, sıcak ne bulduysam içtim ve She-ra edasıyla kılıcımı gökyüzüne doğru kaldırıp “seni yeneceeeeemmmm nezle” diyorum.

PS: Ben hasta miraç yatarken bana havuzdan resim çekerek yollayan Kem, zalimsin.Bana da sıra gelecek. Keçileri, domuzları, tavukları, virüslü bütün hayvanları sana özel ayarladım, haberin yok. Bunlar iyi günlerin, tadını çıkar.

14 Haziran 2012 Perşembe

İstanbul Shopping Fest


İstanbul Shopping Fest birkaç gün önce başladı. Haziran ın sonuna kadar da sürecek. E tabi her konu da olduğu gibi, bu konuda da herkesin ( ben de dahil ) söyleyeceği şeyler var.

Bir açıdan olaya bakıyorum. Güzel bir şey. Neden dersen; İstanbul’un sadece bir eğlence şehri veya tarihi bir şehir değil aynı zamanda alış veriş şehri olarak yansıtılması gayet güzel. O kadar turist geliyor, elbet festival varmış diyerek üç beş bir şeyler alırlar.

Bir diğer açıdan olaya bakıyorum. Sevgililer günü, anneler günü, zart günü zurt günü derken zaten bir çok konuda alış verişe zorlanmamız yetmiyormuş gibi bir de festivaller çıktı başımıza. Alsan bir türlü, almasan bir türlü diyebilirsiniz. Kapitalizmin oyunu bunlar diyebilirsiniz. Bir gün önce 100 lira olan tshirtü festival kapsamında % 50 indirdik diyerek 99 lira etiket koyuyorlar üstüne diyebilirsiniz. Çok da haklısınız ama alma kardeşim. Aklın var, fikrin var. Gerçek değerlerini biliyorsun madem, festival de etiket fiyatlarının da değişmediğini söylüyorsun, alma o zaman. Neden kendini yoruyorsun. % 70 sezon sonunu bekle.

Hayır ben herkesin muhalefet olması gereken durumlarda susup, güzel bir şeyler yapıldığında çen çen konuşmasına sinir oluyorum. Bir düşün şimdi, en basit şekilde anlatıyorum. Sen turist olarak bir ülkeye gitsen, orada da böyle bir şey olduğunu duysan, illa gider bir çöp alırdın. Sadece fotoğraf çekip gelmezsin. Bu olayı da böyle düşün. Kapitalizm madem, sen bu oyuna gelme. Konserler düzenlendi bak bissürü festival var diye, git oralarda eğlen, AVM’ler, dükkanlar daha geç kapanıyor festivalde, git doya doya gez, kalabalıkta için açılsın, ışıl ışıl oldu yollar. Bırak İstanbul aynı zamanda alış veriş şehri olsun. Gelen turist para harcasın da gitsin. Senin aklın var, sen bir şey alma, çevrene de aldırma ama karşı da çıkma. Bunlara karşı çıktığın kadar yabancı sermayeye karşı çıksaydın, şimdi daha farklı durumda olurdun. Hala konuşuyorsun. Hadi şimdi git Starbucks da kahveni iç.

13 Haziran 2012 Çarşamba

Ekolojik Pazarlar


Geçen akşam Okan Bayulgen’in konusu ekolojik pazarlardı. Eğer anneniz kanseri yenmişse, artık her yediğine dikkat etmek zorundaysa, satın aldığınız her sebzede size “doğal” olduğu söyleniyorsa ve içinizde bir yerlerde “kandırıldım” hissi artıyorsa, hormonlu gıdadan nefret ediyorsanız, domatesin kokusunu özlediyseniz, GDO gibi bir canavar sürekli karşınıza çıkıp duruyorsa, ağzı burnu yamulmuş, rengi değişen meyveler ve sebzeler benim gibi sizi de korkutuyorsa, ne yiyeceğinizi şaşırıyorsanız  siz de benim gibi böyle bir konuyu duyunca kulak kesilebilirsiniz.

Tüm mantığımla söylüyorum, kesinlikle destek verilmeli. Kanserin en önemli sebeplerinden biri stres, diğeri de yediklerimiz içtiklerimiz. Destek olduğumuz sürece sayılarının artacağını ve yaygınlaşacağını hatta fiyatlarının ineceğini, “herkes ekolojik alıyor, mallar elimizde kaldı aga” diyerek, hormonu basan çiftçilerin ve ziraat mühendislerinin vaz geçeceğini düşünüyorum. Şimdilik sadece Şişli, Bakırköy, Kartal, Beylikdüzü ve Samsun da. Adreslerini de veriyorum hemen.

Şişli : her Cumartesi 07.00 la 17.00 arasında. Bomonti Feriköy arasında. Kime sorsanız gösterirler. Gittim, sordum, buldum oradan biliyorum.

Bakırköy : her Cuma 10.00 la 20.00 arasında. Airport Avm’nin yan ve arka açık otopark alanında, Kültür Üniversitesi’nin hemen yanında.

Kartal : her Pazar 08.00 la 18.00 arasında. Haydarpaşa Garından, Kartal İstasyonunda inersin ya, hah işte tam istasyonun orda.

Beylikdüzü : her Cumartesi 10.00 la 18.00 arasında. Enver Atakan Caddesinden doooğru ilerleyip, Atatürk Bulvarını geçiyorsunuz. Oralarda tekrar sorun.

PS: Bir de ne olur Greenpeace’e destek olun, yolda sizi 40 saat oyalamaları bir tarafa, bir çok GDO lu ürün onlar sayesinde Türkiye ye geçiş yapamadı. Şimdi tekrar, başka ürünlerin geçmemesi için çalışıyorlar. Yollarda oyalanmak istemiyorsanız, internetten topladıkları imzalara destek olabilirsiniz. Sadece 3 dk nızı alır. http://www.yemezler.org/

12 Haziran 2012 Salı

Matti


Dün size bahsettiğim düğünün solisti Hakandı. İzmir’in ve denizli’nin gece hayatını çok iyi bilmesem de, kim nerede çıkıyor çok iyi bilirim. Mesela Kuşadası Heaven’da,  İzmir de Soho da, La Sera da yıllardır kimler çıkar, sene sene sayabilirim. Ege Bölgesi sonuçta, avucumun içi bir nevi. Durum böyle olunca, Mehmet abime “kim sahnede” diye sordum. O da Hakan diyince biraz şaşırdım. Daha önce hiç duymamıştım. Bir süredir İstanbul da olduğum için de, ortamdan kopmama verdim durumu. Memo seçtiyse vardır bildiği dedim sustum.

Dediğim gibi de oldu, Hakan sahneye bir çıktı, pir çıktı. İnanılmaz iyi bir sahnesi var, seçtiği parçalar, geçişleri harikaydı. Klasikleşen düğün parçalarını kısa keserek, herkesin eğlenebileceği parçalara geçmesiyle benden tam not aldı. Sesi de muhteşemdi. Bülent Ersoy la, Tarkan’ın düet yaptığı parçayı, ikisinin de seslerini çıkararak yaptı diyeyim siz nasıl bir şeyden bahsettiğimi anlayın.

Düğünden sonra Matti isimli bir yere geçtik. Denizlililer bilir. Eski Baron, yeni Matti. Sahipleri Hakan İlhan ve Metin Paç. Hakan İlhan benim kankalarım Çağlar ve Burcu çiftinin kuzeni. Daha önceden de Burcu orada Karaca’nın sahne aldığından bahsetmişti. Karaca kim derseniz, size şöyle anlatayım. Denizli’li olup da Karacayı bilmeyen, onunla eğlenmeyen yoktur. Denizliliysen mutlaka en az bir kez Karacayla sabaha kadar eğlenmişsindir. Altın kural gibi bir şey yani. Hatta bir zamanlar Karaca’yı dinlemeye çevre illerden gelirlerdi. Yer bulmak büyük sorundu. O derece. Karaca’nın da Matti de olduğunu duyduğumda “yıllar sonra tekrar Karacayla eğleniyorum, vayyyy” diyerek girdim içeriye.

Veee Karaca sahnedeydi biz girdiğimizde. Bir insan Benjamin Button olur da bu kadar mı olur. Yıllar içerisinde daha da gençleşmiş, sesi daha da oturmuş, daha da eğlendiren coşturan bir Karaca buldum karşımda. Bir süre sonra düğünde ki Hakan da oraya geldi. Kankalarmış meğer. Üçümüz birlikte fotoğraf da çektik ama ben çok kötü çıktığım için, fotoyu eklemedim. Samimiyetle söylüyorum ki çok eğlendim o gece.

Matti de ise dekor değişmiş, sahipleri inanılmaz sıcak kanlı insanlar. Servis şahane. Hatta dikkat ettim, ne istesek birinci dakikasında geldi, ikinci dakika olmadı. Restaurant bölümü de varmış ama ben yemediğim için o konuda yorum yapamıyorum. Yalnız sabah kahvaltısı başarılıydı, her şeyi getirdi adamlar a'dan z'ye. Daha ne olsun.

Yani demek istiyorum ki sabahtan beri, Ege Bölgesinde bir yerlerden bu yazımı okuyorsanız, canlı müzik seviyorsanız, muhakkak gidin, bir gece sabaha kadar hiç sıkılmadan, çok iyi bir servisle, deli gibi eğlenin.

11 Haziran 2012 Pazartesi

Efsanenin Muhteşem Jübilesi


Geçen cumartesi de kuzenim Mehmet Oken’in Pamukkale Colassia da ki düğünündeydim. Bir efsane muhteşem bir düğünle jübilesini yaptı o gece. Arkadaşım Burcuyla “vayy, yılların Mehmet’i de evlendi” dedik durduk bütün gece. Pınar’ın  (yani gelinin) gelinliği harikaydı. Son zamanlarda moda olan siyah kuşak yerine füme griyi tercih etmesi çok iyi olmuş. İnanılmaz sempatiktir gelin hanım, 0’nun sempatikliği ve enerjisi bir süre sonra herkese geçti. İkisinin rahatlığını, danslarını, eğlenmelerini gören herkes onlarla birlikte eğlenmeye başladı ve düğün tam bir kutlama havasında oldu. Kimsenin kasılmadığı, herkesin rahat rahat eğlendiği, tam Mehmet abimin istediği gibi geçen muhteşem bir düğündeydim geçen hafta. 

Düğünle ilgili ayrıntılara geçecek olursam; gelinle damadın siyah beyaz fotoğraflarının olduğu bu harika çerçeve tam havuz başına geçiş yolunun başındaydı. Bir nevi hoş geldiniz fotoğrafı gibiydi. İlk defa böyle bir şey gördüğüm için sanırım benim çok hoşuma gitti. 

Havuzun içerisinde bütün gece yüzen bu harika çiçekler de aynı şekilde sıcak bir hava vermiş ortama. Genelde bu yapılan bir şey ama ben yine de bahsetmek istedim. Havuz başı düğünlerinde bomboş havuz pek hoş bir görüntü olmuyor. Tabi düğünün sonunda birileri havuza atılırsa o zaman anlam kazanabilir.

Narlar da ilk defa gördüğüm bir ayrıntıydı. Kesin Pınar düşünmüştür bu nar olayını. Herkesin masasında servis tabaklarının önündeydi. Yılbaşında o kadar nar almak istemiştim ama bir türlü denk gelmemişti. Şans ve uğur getirmesi için düğünde verilmesi harika düşünülmüş. Pınarla Mehmet’e de herkese verdikleri narlar ömür boyu şans getirsin.

Servis peçetelerinde gelinin ve damadın adının olması zaten artık klasikleşmeye başlayan bir ayrıntı. Üzerinde ki anadolu motifleriyle otantik bir havası vardı. Sade olduğu kadar da hoştu. Farklı olan üzerinde mag net olmasıydı. Eve döner dönmez astık dolabımıza. 

Bunların dışında solist Hakan vardı ki, kendisi bizi deli gibi eğlendirdi. Ama o konuyu yarın anlatıcam.




6 Haziran 2012 Çarşamba

Memleket Hasreti Denen Bir Şey Var


Nihayet Denizli ye gitme vaktim geldi. Aklımın bir yerleri zaten hep Ege deydi, şimdi kendimi de götürüyorum. Cumartesi yılların müzmin bekarı kuzenim Mehmet le, arkadaşım Pınar’ın düğünü var. Samimi samimi şimdiden söyleyebilirim ki efsane olacak. Yıllardır sülalecek bu anı bekledik çünkü.

Düğün bahane oldu, ama şahane oldu. Memleketimi özledim resmen. Meşhur oğlak kebabı ( bu sıcakta nasıl yiyeceksem artık, ama Enver Usta’yı tek geçerim. ), özkaymak dondurmacı, yanık kokulu kese yoğurdu, kahvaltı da yenen domatesin, biberin, salatanın tadı, zeytinyağının hasıyla yapılmış yemekler, Hacı Şerif’in içi dondurmalı sıcak helvası, kankalarım, canımdan çok sevdiğim babanem, kuzenlerim, Lal Şarap Butik … bunlar Denizlim dediğimde ilk aklıma gelenler.

Her zaman söylerim, Ege’li olmak anlatılmaz yaşanır. Ben burada ne kadar anlatsam da, yaşamadan bilemezsiniz. Şimdi bir de yaz geldi ya, Egeliler bilir. Beni balkonda yapılan, en az üç saat süren kahvaltı sofraları bekliyor orada. Neeerdeee İstanbul’da öyle bir keyif. Yapayım desen de aynı tadı vermiyor.

Memleket sevdam ne yazık ki sadece dört gün sürecek. Pazartesi akşamı Kelebek Ödülleri için buradayım. Önümüzde ki hafta blog da sizi acayip şeyler bekliyor. Denizli maceramdan alıntılar, kelebek ödülleri veeee çok bombastik bir röportajım var. Söylemek için çıldırıyorum ama kendimi tutucam. İnsanlık için küçük ama benim için büyük bir adım diyebilirim J. ( yok canım, Madonna değil ).  

5 Haziran 2012 Salı

A Thousand Words


Sen naaaptın Eddie Murphy diyerek başlamak istiyorum. Tarifsiz derecede korkunç bir film. Evrensel anlamda söylüyorum en kötü filmler arasına girebilir. Rotter Tomatoes dan % 0 ortalamayla geçmesine ve 40 milyon bütçesiyle 15 milyon dolar civarı gişe yaparak batmasına hiç şaşırmadım izleyince. 15 milyon dolar da Eddie Murphy’nin hatrına olmuş.

 Yeteri kadar kötüledikten sonra konusuna geçiyorum. Film buram buram starbucks reklamı kokarak başlıyor. Film boyunca da aynı koku gözünüze, burnunuza, beş duyunuza zorla giriyor. Jack yani Murphy çok konuşan ve yalan söyleyen bir adam. Sonra bir gün yanlış insana yalan söylüyor ve evinin bahçesinde bir ağaç bitiyor. Her ağzından çıkan kelimede ağaçtan bir yaprak dökülüyor. Neymiş, yapraklar bitince Jack ölecekmiş.

Hayatımda gördüğüm en saçma senaryo -13’e hitab ediyor. -13 sen acaip eğlenirsin, kahkaha tufanı seni bekliyor wuuuuw. Ama Eddie Murphy’e güvenip de adam gibi bir komedi izleyeceğini düşünüyorsan seni bekleyen hayal kırıklığı. E madem kötüydü neden anlattım dimi ama. Haklısın. Baştan sona kadar izledim, belki yazıcak iyi bir şey bulurum, herkes eleştirmiş filmi, ben Eddie ye güvenirim dedim. Boşuna vakit harcadım. Sen harcama o güzel vaktini diye yazdım. Amme hizmeti.

4 Haziran 2012 Pazartesi

American Beauty'nin Hayatımdaki Önemi


Geçenlerde TV de Amerikan Güzeli ne rastladım. “Aaaaaa” diyerek başladım izlemeye. Yıllar sonra aynı filmi ikinci kez izlemek bende zaman yolculuğu etkisi yaptı. Yıllar içerisinde bakış açım yaşımla orantılı değişmiş. Tek değişmeyen, o zamanlarda da  Kevin Spacey’nin harika bir oyuncu olduğunu düşünüyordum, yıllar sonra izlediğimde de aynı şeyi düşündüm.

Filmi ilk izlediğimde, yani 1999 larda, ben de Carolyn ve Lester çiftinin kızı kadardım diyebilirim. Tabi o yaşta olunca, olaylara sadece kendi açımdan bakabildim. Filmi sinemada izlemiştim ve beğenmekle birlikte yorulmuştum. Anlam veremediğim olaylar dizisi haline gelmişti film izlemeye başladıktan bir süre sonra.

-          Jane, Ricky le giderse hayatı kayar, babası öldürür yani, daha yaşı kaç

-          Carolyn, nihayet yakalandı kocasına, adam kesin vurur bunu

-          Ya, yan komşu Frank neden öyle yaptı Lester’a

-          Angela, jane’in Ricky’e kaçtığını neden hemen gidip babasına haber vermedi

-          Yok artık, Angela Jane’in babasıyla, ıyyyyy arkadaşının babası o

Gibi bin bir türlü soru cümlemle hem kendimi hem yanımdakileri bezdirmiştim. Sonrasında gazete de bir eleştirmenin filmden bahsettiğini görür görmez okumaya başladım ve dank dank kafama vurdu gerçekler. Amerika da ki toplumun yozlaşmasından ve bu filmde bütün gerçekleriyle bunların gözler önüne serildiğinden bahsediyordu. O an işte ufkumun iki katına çıktığı andır. O günden sonra izlediğim filmlerin içine kendimi katmamayı öğrendim. Çok ciddi söylüyorum. O yüzden bu filmin hayatımdaki yeri bir başka benim için.

İkinci izleyişimde, artık yaşımın da etkisi var tabi, büyüdük biraz, daha iyi analiz edebiliyorum. Rahatlıkla ve kısaca söyleyebilirim ki, ( yok uzun uzun yazıp, kimseyi baymaya niyetli değilim. benim anlatmak istediklerim yukarıdakilerle sınırlı. Zaten 1500 kişi yazmış filmi.) bu film amerikan aile yapısına ve yozlaşmış kültürüne, yapılan bir kapak, atılan bir tekme, alnına sürülmüş kara lekedir.

Filmin unutulmaz cümlesi: “gerçekleri inkar etmenin gücünü asla hafife alma”

PS: Her şeye rağmen 1999 un en iyi filmiydi diyemem, çünkü bana göre o yılın en iyi filmi Matrix di.

Düğüncüler Okusun


Bu iki hafta düğüncülere çalışıyorum. Geçen cumartesi çok yakın bir aile dostumuzun oğlu Suada da dünya evine girdi. Biricik Ünsal abim. Önümüzde ki hafta da kuzenimin Pamukkale de ki düğünündeyim. Düğünün küçük ayrıntılarını elbette, paylaşıcam .

İlk ayrıntımdan başlıyorum. Solda görmüş olduğunuz resim, peçete, peçetelik ve servis den oluşuyor. Peçetelere damadın ve gelinin adı nakışla işlenmiş ve gerçekten çok hoş bir detay olmuş. Peçetelik de ise gelinin ve damadın baş harflerini taşlı olarak görüyorsunuz. Bu da bir diğer hoş ayrıntı. Diğer detay ise peçetelikle servislerin arasında ki uyumdu. En kötü olaysa şamdanlardı, pleksiglasdandı gövdesi. Düğününüzde öle bir şey varsa, yok edin. Bunda düğün sahibinin bir olayı yok tabi ki, şamdanda ki olay tamamen müesseseye ait. Sen Suada gibi bi yersin, dünyanın parasını al düğünlerden, git sonra şamdan gövdesini, kırılmasın diye en ucuz malzemeden yap, olacak iş değil.

Gecenin bombası ise Alişan oldu. Öyle bir aktiviteden haberimiz olmadığı için Sim le bana tam bir sürprizdi. Alişan’a birkaç kez Teşvikiye House da rastlamıştım. Hareketleri falan gayet doğal, sanki yanınıza gelip “bir çay da bana söyleyin” diyecekmiş gibi bir havası var. Hani biz otururken, gelse öyle dese biz de yabancılık çekmicez hiç, “olur söyleyelim” diyerek konuşmamıza devam edicez. İşte ben de o havasına güvenerek gecenin sonunda, “Suada da Alişanla coşuyoruz wuuhu” tweeti attım, ama ne oldu; hiiiiç oralı olmadı, belki bunu okuyunca “Seçil, bloguna röportaj verim, çok kırılmışsın sen” der, bende utanırım, başımı öne eğer, ayıbımla susarım. Evet şu anda allem ediyorum, kallem ediyorum.