28 Aralık 2012 Cuma

İyi Seneleeeeerrr :)

Zarif bir gün yılbaşı. Çam ağaçları, pırıltılı süsler, noel babalar,  herkesin birbirine aldığı hediyeler, iyi dilekler, kar kristalleri, yanıp sönen ışıklar insanın içinde bir ay öncesinden bir coşku oluşturmaya başlıyor. Yılbaşı gecesine olan ilgi ise, insanların yeniliğe duyduğu ihtiyacın en yalın göstergelerinden birisi bence. Ruhların sıfırlanması, beklentilerin ve dileklerin gerçekleşeceği umudu, yeni kararların alınması. Bir nevi milat. İnsanın yenilenerek tekrar umutlanmasına, hayata dair heyecan duymasına ve pozitif düşünmeye başlamasına sebep olduğu için önemlidir yılbaşıları. Bir de kar yağarsa, dört dörtlük tam bir yılbaşı yaşanacak demektir ama, diyelim ki sen, kararlar almıyorsun, senin için her gün gibi bir gün. Olsun, şu açıdan bak. Atraksiyonu garantili bir gün. Her yer garip bir telaş içinde. Dükkanlar, mağazalar ışıl ışıl. Hiçbir şey yapmasan bile sokaktaki süslemelerden heyecanlanman lazım. “Boşverdim dünyanın şarap çanağını” de. Anlamsız gelse bile sana, herkesin heyecanından nasiplen biraz, geçmiş yılı hatırla, ne çok şey olup bittiğini, bu yıl neler beklediğini. Ha o da olmuyorsa, o zaman kusura bakma, senin içine 55 yaşındaki Mahmut kaçmış. 
Söz konusu yılbaşıysa, binlerce program ve seçenek karşında sıralanmış olabilir. Futbolcuları bile kıskançlıktan çatlatarak, astronomik fiyatlarla, orada burada sahne alanlar, home partyler, sokak eğlenceleri, gece kulüpleri… ama bana göre İstanbul’da en iyi yılbaşı evde geçen yılbaşı. Trafikten hiç bahsetmek istemiyorum. Taksim, Beşiktaş zaten malum.Geçen sene gördüğüm görüntülerden sonra, zinhar Nişantaşı’nda da program yapmam. Nişantaşı’na çıkarsam Çarşamba günü yazacağım yazının başlığı “bak bir apaçi eğleniyor” olurdu sanırım. Burayı da apaçilere bıraktım o gece.  Evde harika bir program yaptık bu yılbaşı için. Sim’le annemizin dizinin dibinde olmaya karar verdik. Müthiş yemeklerinden yiyerek, donatılmış bir sofrada güzel içkiler içip, TV’de yılbaşı programlarına biraz takılıp, bol bol güle eğlene güzel müzikler dinleyip, misafirleri uğurladıktan sonra ailecek sızmayı düşünüyoruz. 2013’ü  böyle karşılayacağız. Yani “eee, neredesin bu yılbaşı” sorusunu soranlara “valla yılbaşında mekan mekan gezmeyi düşünüyorum. Önce biraz odamda takılırım, oradan mutfağa uğrar bir drink alırım, sonra da ver elini salon.” Diyerek cevaplıyorum.
Şu konuya da açıklık getireyim. Nasıl başlarsan öyle gittiği, dünyanın en büyük yalanı. Ehh seneler içinde bunu sende anlamışsındır artık. İrdelemiyorum konuyu. O gece gaza gelip, olmayacak başlangıçlar yapmaya kalkma diye, ufak bir yeni yıl uyarısında bulunayım dedim.
Kimsenin “seneye görüşürüz” esprisini yapmadığı, kafana maytap gelmeyen, cinsel tacize uğramadığın, sevdiklerinle birlikte güle eğlene hoplaya zıplaya karşıladığın, yıl sonunda da yılbaşında ki gibi gülümsediğin,  bir yeniyıl olmasını dilerim.
Bir kaç yeniyıl parçası seçtim senin için, umarım beğenirsin ;)
http://www.youtube.com/watch?v=z8Vfp48laS8 ( e, john baba dinlenir )
http://www.youtube.com/watch?v=9frFggnz4P0 (bu parçayı bir keresinde karaoke de söylemiştim bir arkadaşımla düet şeklinde rezalettiiim )

İyi seneleeeeerrrrrr J  

25 Aralık 2012 Salı

Lori Design'la İlk Yılbaşı Partisi

Bayılıyorum kokteyllere. Efendim ayakta blushımı yudumlarken, kanepeler gelsin gitsin. Yeni insanlarla tanışayım. Tam benlik işler vallahi. Bir de alakasız olacak ama şu an yazarken aklıma geldi. Emrah’ın Kokteyl isimli bir filmi vardı bir zamanlar. En aktif dönemlerindeydi o zamanlar Emrah abimiz. Barmen Emrah. Hey gidi hey. Neyse bu konuyu başka bir blog yazısında irdelemeye karar verdim şu an. 
Konumuz açılış kokteylleri ve davetler.  Müslüm Gürses’in her dediğini onaylayan Katrine yenge gibi bir moda giriyorum ben bu davetlerde. “Şu ne kadar hoşmuş” diyorlar, bende ki cevap “hı hı evet”, “aaa, bu supermiş” ben “hı hıı gerçekten evet.” Her şeyi beğenesim geliyor. Geçen cumartesi de Lori’nin yeni koleksiyonunu tanıttığı yeni yıl kokteylindeydim. Sim’in bana gösterdiği her şeyi tereddütsüz beğendim. Beğenilmeyecek gibi de değildi. Hatta katalog falan aldım çıkarken, evde tekrar bakayım dedim, alkolün etkisiyle de her şeyi beğenmiş olabilirim. Sonra evde alkolsüz sağlam kafayla inceledim, gerçekten 2013 sezonu Lori Design tasarımları bir harika.
Lori’nin tasarımlarını genel anlamda zaten beğeniyordum. Bunun sebebi tasarımlarında abanoz ağacı ile altını ve pırlantayı birleştirmesi. Abanoz ağacı, yüzyıllardır bereket getirdiğine inanılan uğurlu ve mistik bir ağaç. Böyle anlam yüklü bir şeyi üzerinde taşımanın keyfi de haliyle bir başka hissettiriyor insanı. 2013 koleksiyonunda ise, baby serisine bayıldım bayıldım. Minik kız çocukları için tasarlanmış minik altın patik kolyeler, altın keseler vardı. Utanmasam alır kendim takarım, o derece güzeller. “Marine for men” koleksiyonu da erkekler için düşünülmüş. Adından da anlaşılacağı gibi marine ağırlıklı. “Love Collection” sevgililere özel, pırlanta ağırlıklı ışıl ışıl bir koleksiyon. “sweet moments” ise, benim en beğendiklerimden. Melek kanatlarından ve kelebeklerden oluşuyor. “punto by lori” koleksiyonunda egzotik deri üzerine yapılan altın ve pırlanta çalışmaları var…
Ben birkaç resmi paylaşıyorum. Yeni yıl önü, çoook özel bir hediye almak istiyorum dersen, sana o konuda da fikir vereyim dedim.



 web sitesine bakmak istersen : http://www.lori-design.com/koleksiyon.aspx?id=212

23 Aralık 2012 Pazar

Arife Yılmaz'ın Muhteşem Resim Sergisi

Sevdiğin işi yaparak  yaşamak çoğu zaman ütopya gibi görünüyor fakat ben bunun mümkün olabileceğini henüz 13-14 yaşlarındayken annemin arkadaşı Arife Teyzemden öğrendim.
 Arife Teyze, benim şahsen tanıdığım en iyi, en azimli ressam. İlk yağlı boya tablomu kendi elleriyle yaparak bana hediye eden insan aynı zamanda. O resmi hediye olarak aldığım zamanlarda 17 yaşındaydım. Arife Teyzem tam olarak bana uygun bir tabloyu bana hediye etmişti. 17-18 yaşlarındaki 17.yy larda yaşayan genç bir kızın, elinde şemsiyesiyle, güneşli bir havada uzaklara baktığı bir resim. Benim için anlamı çok büyüktür. Bu kadar ince düşünülerek verilen bir hediyeden sonra, sanatın zerafetle kesinlikle bir ilgisi olduğuna inanmıştım.
Azimle istenen her şeyin mümkün olabileceğini de ondan öğrendim. Çok sık görüştüğümüz için, nasıl çabaladığına yakından tanık oldum. Ne zaman Arife teyzemler'e gitsek, onun bir odada kendisine kurduğu küçük atölyesine girer, bu kadar işi varken, iki çocuğuyla bunları yapmaya nasıl vakit ayırdığını düşünürdüm. Tamamlanmak üzere kenara koyulmuş, tam tamamlanmamış resimlere bakar, nasıl biteceğini hayal ederdim. Çünkü her biri benim için bir masal gibiydi. Hepsinin sonu güzel bitti. Baktıkça insanı mutlu eden hikayelerin olduğu resimler oldular. Ferah, mavi, kırmızı, sarı… renkler mutlulukla yerlerine otururdu Arife teyzemin resimlerinde.
O yıllardan bu yıllara çok zaman geçti. Bu süre içerisinde bir çok kişisel resim sergisi açtı ve sayısısız karma sergiye katıldı. 2005 yılında Denizli’de açtığı “Eve Sanat Galerisi” ile çocuklara ve yetişkinlere yağlı boya ve sulu boya dersi vermeye başladı.


Uzun zamandır ben sergilere gidemiyordum. Genelde Ege Bölgesinde oluyordu ama geçen gün, kar kış kıyamet demeden Arife Teyzemin Cihangir’de ki sergisine gittim. Daha doğrusu serginin açılış kokteyline gittim. İstanbul’da ki ilk kişisel sergisini asla kaçıramazdım. Hiç bir şeyin değişmediğini gördüm. Resimler yine baktığımda bana insan sevgisini ve yaşama sevincini anlattı. Her zamanki gibi, yalın, sade ve anlatmak istediğini tam aktaran resimler.
Birkaç resmi bu yazıyla paylaştım. Uğramak istersin belki diye adresi de veriyorum: 20-30 Aralık 2012 tarihleri arasında.  Beyoğlu Belediyesi Cihangir Sanat Galerisi. Cihangir Cad. İşpark Katlı Otoparkı, no:9. Cihangir / Beyoğlu / İstanbul. Tel: 0212 244 94 99.

20 Aralık 2012 Perşembe

Trio Orfe & Adnan Yiğit

Şimdi, doğruya doğru. Ben aslında klasik müzikten çok anlayan bir tip değilim ama bir dinle neden; klasik müzik benim için dipsiz kuyu gibi. Bir girersem içine zor çıkarım biliyorum. Abartırım, hayatımın ekseni haline getiririm. O yüzden, genelde teğet geçtim. Az çok fikrim olsun kafi dedim.
Geçen akşam Akbank Sanat’da bir konsere davetliydik Simle birlikte. Trio Orfe grubu, Kamran İnce’nin hayalinde yarattığı “kayıp dünya” için yaptığı besteleri Adnan Yiğit’in şiirleriyle birleştirmiş. Bu kadar güzel olacağı aklımdan geçmezdi.
Trio Orfe’yi ilk defa dinledim. Yazının başında söylediğim gibi, bu işten ben pek anlamıyorum ama bana hissetmem gerekeni hissettirdiler. Kendi dünyama falan daldım dinlerken bir ara, hatta hayal gücümün yarattıklarının benim üzerimdeki etkisini falan düşündüm. Bir anda ufak bir aydınlanma yaşadım. Dalga geçmiyorum, samimiyim. E benden de daha fazlasını bekleyemezsin zaten, “yanlış nota girdi, şu bestecinin şu eserine benziyor, minör senfonide değişik bir tavır sezdim” gibi yorumlar yapamayacağıma göre, kendi dünyamı düşüneyim bari dedim.
Adnan Yiğit ise bazen yazılarımda bahsettiğim “Ado”. Sim’in kankası. Sidikli Kasabası Müzikali’nin oyuncularından. iki yıl önce “Romantizma” adında bir şiir kitabı çıkarmıştı. Ben zaten Adnan’ın Sidikli Kasabası’nda ki oyunculuğuna ve performansına hayranım. Geçen akşam bir kez daha hayran oldum. Bestelerin arasında Adnan kendi şiirlerinden bazılarını okudu. Oyunculuğuyla şiirler birleşince, inanılmaz güzel bir şey çıktı ortaya ki ben şiirden nefret ederim. O akşam dedim ki, “ben şiirden nefret etmiyormuşum, şiiri okuyan doğru okursa, şiir güzel bir şey oluyormuş. Buda ikinci aydınlanmam oldu, kendime dair. Hatta Adnan’ın bitiriş cümlesi harikaydı, paylaşmasam ölürüm “Amatörler bilmez, aşk tek kişilik yaşanır…” işte sen düşün artık, bunun üstüne.
Kamran İnce, yetenek deryası dünyanın tanıdığı ama bizim tanımadığımız besteci piyanistlerimizden. Şaşırdık mı,- yoo bence artık doğal karşılıyoruz. Cehaletimize sağlık. Galatasaray Senfonisi’nin bestecisi aynı zamanda. Bende, gitmeden önce biraz araştırma yaparak öğrendim. “Music for a Lost Earth” bestelerinin ortaya çıkışı biraz enteresan. Hayatının kötü bir döneminde, hayal ettiği farklı bir dünya için yapılmış besteler. Kendi ağzından söylediklerini aynen aktarıyorum. Bana söylemedi, konser bilgi kağıdında yazıyordu.
“Kanımca bu dünyada her şey kötüye gidiyor: çevremiz, değerlerimiz, vs… her şey… Hakikaten dünya böyle devam edemez. Yeni bir dünya olsa, acaba daha iyi yapabilir miydik? İşte ben bu müziği bu dünya için yazıyorum, bu yeni dünyada hissedebileceklerimiz için… Nasıl mutlu olurduk? Nasıl severdik? Nasıl üzgün olurduk? Neye değer verirdik?”
İşte bunları söylemiş, bunu okuduğumda, “ahh dedim, tanısaydım da deseydim, bir düşünsen bulacaksın bir milyon neden.” Ayrıca, dünyanın tanıdığı birine göre, oldukça güleryüzlü ve samimi biri gibi geldi bana. Tanıştın mı dersen, hayır tanışmadım ama hissettim. Hislerim o akşam tavan yapmış. Diyorum işte, biliyorum ben kendimi, klasik müzik işine dalarsam çıkamam.

18 Aralık 2012 Salı

Alsam Alsam Yeni Yılda Ne Alsam

Yılbaşı geldi geliyor, odun değilsen, herkes gibi seni de hediye telaşı almıştır. Ben şahsen, yakın çevremdeki herkese küçük küçük hediyeler alıyorum ammaaa konu bana geldiği zaman küçük bir hediye aldığımda anında kaşımdan gözümden memnuniyetsizliğimi belli ederek “hmm pek sevimliymiş, aaa bunu mu aldın sempatik seni, ayy ne maskara bir şey almışsın” gibi kısa ve alaycı cümleler kurarak dilimlede hoşlanmadığımı belli ediyorum. Ne yapayım, beklentilerim yüksek. Şimdi bana “e sen ne yapıyorsun” diyebilirsin, benim hediye aldığım çoğu kişi bana almadığı için durum fifty fifty.

Yılbaşının eli kulağındayken birkaç tavsiye vereyim dedim, senin kesin aklında vardır, hani gelmediyse diye… iş yerinde yılbaşı çekilişi yapılıyorsa, en iyi hediye ajanda yada dolma kalem. Sakın fincan alma. Sıcak bir yeni yıl hediyesi olduğunu kabul ediyorum ama herkesin evi birbirinden alakasız fincanlarla dolu ve inan bana çay kahve içerken sen düşünülmeyeceksin. Ajanda iyidir, hem resmi, laubali olmazsın iş arkadaşlarınla.
Yakın arkadaşlara alınabilecek en güzel hediye bence şemsiye ve eldiven. Tabi istanbul'da mantar gibi her yerden biten şeffaf renkli 8 liralık şemsiyelerden bahsetmiyorum. Eldivenden kastım da sokakta satılan 10 liralık eldiven değil. Anladın sen neden bahsettiğimi. Şemsiye ve eldiven her zaman kullanılan, olmazsa olmaz hediyelerden. Bir diğer alternatif ise kar küresi. Bence dünyanın en güzel yeni yıl hediyesi, şahsen ben kendi adıma böyle bir hediye alsam yakın çevremden, çok memnun olabilirim. Üç yıldır koleksiyonunu yapmaya başladım. Şu soğuk kış günlerinde, gerçekten insanın içini sıcacık yapan, beynindeki serotonin oranını katlayan bir olay kar küresi. Dersen ki, “ben bunların hiçbirisini alamam, vaktim yok” o zaman yolda yürürken elbet bir milli piyangocu görürsün. Hiçbir şey alamıyorsan, bir milli piyango bileti al. Ayıp.
Anne, baba, kardeş olayında ise; alınabilecek en faydalı hediye, ihtiyaçları olan istedikleri bir hediye. Tanıyorsundur aileni, ne istedilerse son zamanlarda, onu al.
Yine de, bütün tavsiyelerime rağmen, sen 22 Aralık’ı bekle hediye almak için. Ne oluuur ne olmaaz… J

16 Aralık 2012 Pazar

Hayatı Instagram Havasında Yaşamaya Başladım

 Geçen Cuma günü instagramı yükledim. Yeni oyuncağım oldu birdenbire. Sanki senelerdir bunun için yaşıyormuşum. Meğer ne hevesliymişim fotoğraf çekip, efekt verip, orada burada paylaşmaya. Bildiğin, instagram görgüsüzüyüm. Otu çöpü çekiyorum. Bu kadar geç dahil olduğum için üzülüp, “tühh be, iki ay önce olaydı, ne fotolar patlatırdım ben” diyerek içten içe hüzünleniyorum, bir boynumu falan büküyorum. Arkadaşlarıyla facebook’da okey oynamayı öğrenen annem gibiyim. Daha farklı bir anlatımla, bir çocuk için lunapark neyse, işte instagramda benim için o oluverdi.
Hayır, aslında düşününce, sadece fotoğraf paylaşılan ve yorum yapılan bir aplikasyon. Fotoğraflara efekt vermesi dışında pek bir özelliği yok ama böyle bir şey patladığına göre demek ki deli ihtiyaç varmış yada herkesin içinde yatan ve instagramla gün yüzüne çıkmayı  bekleyen bir fotoğrafçı varmış. Başka bir açıklama gelmiyor aklıma.
Genel olarak fotoğraflara baktığımda ise, herkes bir mutlu, sevgi dolu, rengarenk, sıcacık… canım ya. Bir diğer açıdan baktığımda, profesyonel makinayla fotoğraf çekip, oraya koyanları gördüm ki, herhangi bir yorum yapmak istemiyorum haklarında. Anladın sen. O an gördüğün, ilginç ve güzel gelebilecek şeyleri çek, bir iki efekt ver diye yapmış adamlar onu. Profesyonel makinayla çekilen fotoğrafları koyacak kadar hırs yapmanın bir gereği yok. Yapma demiyorum, hobi olarak yine yap. Bak yorum yapmayayım dedim ama yine tutamadım çenemi. Neyse.
Aklıma takılan bir diğer şey ise, bu programı yazanların ne kadar kazandıkları. Resmen, kullanmaya başladığımdan beri bunu düşünüyorum. Değilim desemde, bir yerde içim fesat işte.
Toparlıyorum, artık benim de bir instagram adresim var. seçil seçti olarak arama beni oralarda. Twitter adresimle aynı. “secil_pala” olarak arayıp bularak, paylaştığım birbirinden ilginç, başka yerde asla göremeyeceğin, bulut, kedi, oje, kupa, fincan, yemek, makaron, kahve… gibi fotoğrafları takip edebilirsin. Byee.

13 Aralık 2012 Perşembe

12.12.12. Sandy Kasırgası Mağdurlarına Yaradı

12 Aralık’ta New York’ta Madison Square Garden alanında kasırga mağdurları için düzenlenen  bir yardım konseri yapıldı. Tabi ki de orada değildim, o kadar değilim henüz ama cnbc-e’den canlı canlı izledim. Bizde 13 Aralık gecesi oldu tabi, gece 2.30 dan sabaha kadar non stop canlı konser. Muhteşemdi. Bütün efsaneler bir araya toplanmıştı. Bon Jovi, Eric Clapton, Dave Grohl, Billy Joel, Alicia Keys, Chris Martin, The Rolling Stones, Bruce Springsteen & The e Street Band, Eddie Vedder, Roger Waters, Kayne West, The Who, Paul Mccartney gibi gibi gibi. İzlemediysen çok şey kaçırdın ama sana bir güzellik yapacağım, biraz bekle.
Sandy Kasırgası’nın trajedisini ve insanların bir felaket yaşadığı gerçeğini tabiki tartışamayız. Konser de muhteşemdi, onda da hemfikiriz ama Amerika’nın, sanki üçüncü dünya ülkesiymiş gibi bütün dünyadan yardım istemesini anlamıyorum. Bütün dünyadan isteyip, bizden istememesini ise hiç anlamıyorum. Fonun adınıda Robin Hood fonu koymuşlar. Tam, güler misin ağlar mısınlık bir vakaa ama sonuç olarak adamlar yapmış mı, yapmış. Olmuş mu, en güzelinden olmuş. Bizim ülkede ne depremler oldu, ne canlar gitti, böyle bir organizasyon yapamadılar. Bizde anca telefonlarla görüşsünler, sanatçı kişiliklerini gözümüze soksunlar, gevşek gevşek bütün samimiyetsizlikleri ve tavan yapan egolarıyla muhabbet etsinler.  Iyyyy, bak hatırladım yine miğdem kalktı.
Geliyorum konsere; Eddie Vedder’ın Roger Water’a “comfortably numb” da bir eşlik edişi vardı ki, yemin ederim parça yeniden doğmuş gibi anlam kazandı. “there is no pain you are receding” derken, ben kendimden geçtim ki ben kendisini "jeremy" ile tanıyıp sevmiştim. Adam Sandler bile, “hallelujah” ı, amatörce hatta oldukça komik bir şekilde söyleyerek, kalbimdeki sempati bonuslarını topladı. Derken Bon Jovi sahnedeydi. Bir adam bu kadar  efsanevi olabilir. “it’s my life” söyleyerek başladı ve ben yıllardır “it’s my life”ı dinlemediğimi fark ettim. Daha sonra ise, gecenin dördünde, “liiieeeeeveeeeen on a prraaeeeyeaaaaarrrr” şeklinde evde deli gibi eşlik ederken, saati fark ederek kendime geldim. Kendime geldim derken, The Rolling Stones sahnedeydi. 850 yaşına geldiler, o enerji nedir öyle ya, adamlar dur durak bilmiyor. The Who’dan sonra rapçi çıkardılar, o pek hoş olmadı sadece. Paul Mccartney ise 1985'in hakkını sonuna kadar verdi.
Sabahlamama, sonuna kadar değen bir konserdi. Hep böyle toparlasınlar efsaneleri, ben destekliyorum kendi adıma ama adı yardım olmasın koskoca ABD. Yada Afrikaya yardım için falan desin, ne bileyim. Ben bile yardım ederim bak o zaman.
İzleyemediysen diye, sürprizim linkde ;)

11 Aralık 2012 Salı

Beynimi Oyunla Yedim

Başlıktaki “oyun” kelimesini gördüğünde bilgisayar oyunlarından bahsettiğimi anladıysan, ne anlatmak istediğimi de az çok anlamışsındır.
Her şey, geçen hafta Kem’in ipad’ini almamla başladı. Yüklediği oyunlara, önce bir göz gezdirip “iyiymiş ya, oynarım ben bunları” diyerek kendi sonumu hazırladım. Ben ki yıllardır masum masum solitaireda fal bakmış, face’deki oyunlara bile itibar etmemiş bir insandım, şimdi ise oyun manyaklığının verdiği yan etkilerden muzdaribim.
Bozulan uyku düzeni, bel boyun ağrısı, gözde kanlanma, güneşe karşı aşırı duyarlılık, dışarıya çıktığında bir an önce eve dönüp oyuna devam etme düşüncesi, asosyalleşme, bunlar en hafif yan etkiler. Asıl etki beynimde oldu. Yolda sürekli kaldırımdan kaldırıma atlayarak yürüme isteği, arabaları bazen vagon olarak görmem, balkondan balkona atlama mesafesi hesaplamam, yerlerde coins aramam, bana bakan insanların aslında zombi olduğuna dair yersiz bir inanç... bu aralar, bildiğin kırmış durumdayım.
Yıllar önce de böyle olmuştum ben. Tetris vardı o zamanlar. Hay gidi hayyy. Gece gündüz tetris oynamaktan, gece yatağa yattığımda kafamda blokları yerleştiriyordum. Şimdi, aynı o halime döndüm. Rüyalarımda oyun görmeye başladım, zombi öldürme tekniği geliştiriyorum  ama yok bu böyle gitmez. Oyunlarla geçen iki gün daha tanıyorum kendime. İki gün daha doya doya oynayıp, hoplatıp, zıplatıp, iki gün sonra hepsini silmeye karar verdim. Ben bu oyunu bozarım.
Eksikliğini hissedeceğimi biliyorum. Yüreğimde derin bir özlem duygusu bırakacak ama böyle de yürümüyor. Beynim kangren oldu yemin ederim. Şu yazıyı yazarken bile, bitse de devam etsem duygusu sardı dört bir yanımı. Neyse hadi ben kaçıyorum. Birkaç arkadaş buldum online, daha onlarla köy basıcaz.

9 Aralık 2012 Pazar

Mevsimlerden Sıcak Şarap

İki sene önce, Ado’nun kitap tanıtımı için evinde verdiği kokteylde, işi çok iyi bilen birinden sıcak şarap nasıl yapılır, efendime söyleyeyim, kaç dakika kaynatılması gerekir, lezzeti arttırmak için hangi baharatlara başvurulur gibi püf noktalarını öğrendim. Hatta, o yaparken canlı canlı izleyerek öğrendim. Sonra hep birlikte afiyetle içtik.
Eh, kış artık gümbür gümbür “ben geliyorum hatta geldim” diyor bu günlerde. Malum, kış geldi dedim, ben de sıcak şarap sezonumu açayım. Tabi bu iş öyle kolay değil, sihirli bir tarifim var. O akşam öğrendiklerimle kalmadım yani. İki yıl içerisinde kendimi bu konuda, çeşitli deneme yanılma yöntemleri sayesinde baya geliştirdim ve kendi efsanevi tadımı buldum. Geçen hafta bir akşam, birkaç kişiyle evde hem tabu oynadık, hem sıcak şaraplarımızı yudumladık. Evin her tarafını saran o mayhoş kokudan bahsetmiyorum bile.
Onlarsız asla: 1 adet vanilya çubuğu, 8 adet karanfil, 1 şişe kırmızı şarap ( orta derecede bir şey al, çok kalitelisine gerek yok, doluca falan görür işini ), 1 adet limon, 1 adet portakal,1 adet elma, 4 yemek kaşığı esmer şeker, 2 adet çubuk tarçın, bir kaşık bal, bir iki poşet bitki çayı ( evde ne varsa at içine, çeşni olsun )
Yapım aşaması: şarabı tencereye al, ısındığı anda (bak kaynatma sakın, ısınsın yeter ) ısındığı anda içine doğranmış meyveleri ve diğer malzemeleri at, sonra tekrar ısıt, hatta hafif bir fok fok görebilirsin tencerede ama çok kaynatma çünkü alkol uçar. Alkol oranını arttırmak istersen, içine votka ilave edebilirsin. İşte bu kadar. Süzmeden servis yapmayacağını söylememe gerek yok sanırım.
Yasal uyarımı da yapayım, bünyende bağımlılık yapabilir fakat içindeki icebergi eritmenin en kesin yolu. Yanına birde sucuk ızgara yaptın mı, ohhh miss…
Bu kadar şarap dedim, Ömer Hayyam demesem olmaz şimdi. “aslında şarap, ateşten gebe kalan bir sudan doğar” demiş.

6 Aralık 2012 Perşembe

Uygunsuzlar - The Misfits

Uygunsuzlar’a dün akşam TV’de tesadüfen, kanalları gezerken denk geldim ve sana anlatmadan geçmemem gerektiğini düşündüm. Kesinlikle kült filmlerden. Ayrıca western.
1961 yapımı filmin başrollerinde Marily Monroe ve Clark Gable oyunuyor. Senaryo Arthur Miller, yönetmen ise John Huston.
Film boyunca, birbirinden sorunlu bir grup insanı izliyorsun. Waaaw çok super film diyemem ama film oyuncuların, yönetmenin, yazarın o an içinde bulunduğu ruh halini yansıttığı için izlenmeli.
Enteresan olan sinema tarihinin lanetlenmiş filmlerinden biri olması. Marily’nin ve Clark’ın son filmi olması lanetlenmesinin en önemli sebeplerinden biri. Çekimler biter bitmez Clark Gable ölüyor. Üç ay sonrada Marilyn. Filmin çekimleri sırasında Arthur’la Marilyn’in aralarının kötü olması ve Marilyn’in hassas yapısı filme tamamen yansımış. Hatta birinci yarıda farklı, ikinci yarıda farklı bile diyebilirim. Bunun sebebini de araştırmacı kişiliğim sayesinde öğrendim. Marilyn’in bozulan ruh dengesi ve alkol problemi yüzünden John Huston çekimlere devam edememiş ve yarıda bırakarak, Marilyn’i tedavi merkezine göndermiş. bu sebeple, filmde ki oyunculukta bir bölünme var. Hatta Clark’ın ölümünden sonra, eşi bu ölümde Marilyn’in de payı olduğunu ima etmiş. Efsane yönetmen John Huston’ın ise, çekim için Vegas’ı seçtiği ve çekim dışındaki vaktini kumarhanede geçirdiği söylenir. Tabi bu dedikodu da olabilir.

Bu filmle ilgili bir başka olayda, o dönemde, sette resim çekme haklarını magnum’un almış olması. Bence bu büyük bir şey çünkü iki efsanenin de hayatlarında ki en hüzünlü olduğu zamanları resmetmişler. İnt’den biraz araştırdım. Gerçekten güzel resimler.
Dikkatli izlersen ve bunları bilerek izlersen gerçekle filmin nasıl benzediğini, oyuncuların yüzlerinden nasıl okunduğunu göreceksin.

4 Aralık 2012 Salı

Hainsin Grip, Zalimsin Grip

Grip deyip geçmemek lazım, William Shakespear’in 53 yaşında ölmesine sebeptir kendisi. Aynı zamanda Apollo 9’un astronotunun olduğu grip, dünyanın en pahalı gribi olarak tarihe geçmiş. Bu olay 1969’daki ay yolculuğunun gecikmesine sebep olmuş. Bu gecikmenin Nasa’ya maliyeti ise 500.000 dolar.
Havaların dengesizliği yüzünden bu ara herkes bu illetle uğraşıyor. Ben de onların arasındayım. “Ohh hala kış gelmedi ne güzel” diye diye, günlerdir zemheri zürefası gibi geziyorum. Sonunda inceden kendisini hissettirdi. Beni yataklara düşürmekle düşürmemek arasında ki ince çizgide ama ben de gözle görünür bir mücadele veriyorum. O beni ele geçirmeden, ben onu ele geçireceğim. Bu sefer kararlıyım. Her şey bir hapşurukla başladı. Hemen hamlemi yaptım. Piyonlarla başladım işe, Tylol Hot, ballı ıhlamur içtim. Baktım, ondan karşı hamle geliyor (terbiyesiz) hemen fili, kaleyi ve atı çıkardım. Onlar da portakal, greyfurt ve mandalina üçlüsü. Şimdi son hamlesini bekliyorum, bir hamle daha yaparsa, bol acılı çorba içerek şah deme hayalindeyim. Ne kadar ilaç alırsan al, onun kafasına göre takıldığını çok iyi bildiğim için ve her sene mutasyona uğrayıp bir üst modeliyle karşıma çıktığı için tylol hot dışındakilere itibar etmiyorum. O da iksir gibi mübarek. Bir de, şöyle bir şey okumuştum bir zamanlar “grip meşale gibidir, birine bulaştırmadan kurtulamazsın.” Bugün o işi de hallettim sanırım. Bu sefer ben kazanacağım.
Yani, demek istediğim öldürmeyen sürüm sürüm süründüren bu gribi ciddi almak lazım. Hangover hallerin, çeşitli kısımlarının (ne içtiğine bağlı) bir haftaya yayılmasına ben grip diyorum artık. Hiç değilse eğlenceli bir tanım. Bana yılda en az beş kere gelmezse içi rahat etmediği için, her türlüsünü yaşadım. Canıma okuduğu zamanlarda oldu. Kırmızı bir burun, dayak yemiş gibi hissettiren bir beden, travesti sesi, uyuşuk bir beyin, ateşler içinde yatarken görülen kabuslar (hiç unutmam bir keresinde, timsahın beni yediğini görmüştüm) kısaca; kendinden soğuma sebebi. Gözümü acilde açtığım zamanların başrol oyuncusu. Kimseden çekmedim bundan çektiğim kadar. Allahtan kronik değil.
Hayır anlamadığım olay, sene olmuş 2012, bu bilim uçan arabaları, ışınlanmayı falan hala keşfedemedi, kansere de çare bulamadı, ona da tamam ama grip yahu bu, insan hala şu gribe bir çare bulamaz mı? Bizim bir hap içip, bu olayı beş dakikada falan halletmemiz lazım artık. Anca uzaya seyahat yaptırsınlar. Biraz kendi dünya işlerimizle uğraşalım lütfen. İsviçreli bilim adamları, diş macunlarından ve kırışık önleyici krem işlerinden gribe çare bulana kadar ellerini ayaklarını çeksinler. Gönüllü donör de olurum. Bu kadar yaşanmışlığım var bununla. Ben de işe yararsa, herkese yarar.
Bir de, söylemeden geçemeyeceğim, grip olunca şefkat arıyorsun biraz. Anlamsız bir duygusallık annemi daha bir özlemem falan. Kedim bile yok tripleri. Bak yine anlamsız duygusallaştım ya. Neyse, bitiriyorum bu konuyu burada, zaten yazılar da bir bulanıklaşmaya başladı.
Yalnız, ses gitmeseydi iyiydi yaa.

2 Aralık 2012 Pazar

Kışa "Helloooo" Dedik.

Hatırlarsın, sonbahara girerken Bih, Sim ve ben harika bir yemek yiyerek, yazı uğurlayarak, kendimiz için güzel bir sonbahar dilemiştik. İnanmazsın, hayatımın en güzel sonbaharını yaşadım. Sadece ben değil. Bih’le Sim için de durum öyleydi. İki hafta önce, “sonbahar çok güzel geçti yaa” diyerek kendi aramızda konuşurken duruma uyandık. “ya biz bu sonbahar için ne kadar iyi enerji varsa evrene yolladık, valla da tuttu bak işte” diyerek anında “kışa merhaba yemeği” organizasyonumuzu yaptık. (bkz:  http://secilsecti.blogspot.com/2012/08/yaz-bitmeden.html )
Bu sefer Yeşilköy’e gidelim dedik. Bih Yeşilköy’de oturuyor. “Her seferinde gelip gidiyor, yazık, bir kerede biz gidelim, gönlü olsun garibin” dedik. O da dünden razı “gelin gelin” dedi. Bir sevindi bir sevindi sorma. Ben Eleos’un müptelası oldum biliyorsun. Yeşilköy Eleos’u “kışa merhaba” yemeğimiz için seçtik. Çok da iyi yapmışız. Eleos zaten ikram delisi bir yer. Yeşilköy şubesi de, Beyoğlu şubesini aratmadı. İkram ikram, 3 günlük yemek yedim. Şimdi ikram olunca geri de gönderilmiyor ki, ayıp bir yerde. Bir de, bir ara garsona “valla Beyoğlu şubesinde ki ikramlar daha iyi sanki” demiş bulundum. Demez olaydım. Geldi de geldi. Yağdırdı masaya sağ olsun. Bir de soruyor “fikriniz değişti mi” diye. “Değişti” dedim en sonunda da rahatladı. Her zaman yediklerimden farklı olarak, fotoğrafta gördüğün ama benim adını unuttuğum tatlıdan yedim. Limon kabuğu içinde geldi ve olaydı. Bazen Eleos'a gidip sadece tatlılarından yemek istiyorum. (bkz: http://secilsecti.blogspot.com/2012/07/eleos-beyaz-meyhane.html )

Yemek yerken, karşıdaki Latin Katolik Kilisesi’nin altındaki ışıl ışıl, “yeni yıııııl” diye bağıran dükkan dikkatimizi çekti. Yeni yıl temalı malzemeler satıyor. Bir ara, yemeğin ortasında kalkarak, “bir bakıp gelelim” dedik. İçeriye girdik ve çıkamadık. O kadar güzel yeni yıl süsleri vardı ki, hatta sana şöyle söyleyeyim, Mudo’da gördüğüm süslerin aynılarından orada üçte bir fiyatına falan gördüm. “işteeee” dedim o an, “bakın yemeğimiz etkisini anında gösterdi, çok ucuza yeni yıl süsleri bulduk.” Biz öyle deli gibi satılanlara bakıp, “aaa buna bak, aaa asıl sen buna bak” diyerek, ayran budalası gibi birbirimize gösterirken, oranın sorumlusu Andreas yanımıza geldi. Başladık ayaküstü sohbete, Mustafa Kemal sevgisinden gururla söz edince birden kanka oluverdik. Pazarlıkta da bize hiç zorluk çıkarmadı. Yeşilköy’e gidersen, muhakkak uğra yanına. Hem uygun şeyler bulacağına, hem de Andreas’ın sohbetine bayılacağına eminim.
Bunların dışında, Yeşilköy güzeldi, Eleos güzeldi, aldığımız yeni yıl süslemeleri güzeldi, biz zaten güzeldik, sonbahar harikaydı, kış süper olacak. Hayatımın en güzel kışına hazırım J