29 Kasım 2012 Perşembe

Eldiven Atkı Kulaklık veee Kış

“Bu kış kulaklık, eldiven, atkı kombinasyonumu nasıl bedavaya getirdim” konu anlamlı yazımı okuyorsun şu an.
Her şey yazın Datça’da dolanırken başladı. Datça’da genellikle can sıkıntısından dolanılıyor. Çarşısında gezerken, köylü kadınların tezgahta sattıkları parmaksız örgü eldivenleri görmemle, “aaa bunlar süper durur ya” diyerek atlamam bir oldu. İki çifti pazarlıkla 15 TL’ye falan alarak eldiven olayını hallettim.
İkinci aşama atkı aşamasıydı ki en kolayıydı. Annem sağ olsun, evdeki yünlerden birisiyle halletti o işi. Atkı hepten bedavaya gelen bir olay oldu. Bir öpücük falan verdim anneme karşılığında. Bildiğin öpücükle aldım ayol.
Şimdi en sevdiğim olaya geliyorum. Çünkü bunda gerçekten emek harcadım. Nişantaşı’nda bir butikte bir kulaklık beğendim, görür görmez bayıldım. “Benim olmalı” diyerek, fiyatına baktığım anda kalbim hızla atmaya başladı, gözlerim bir çizgi kahramanından daha edepli bir şekilde açıldı, hafif bir kalp sekmesiyle elimdeki kulaklığı yerine bıraktım. Fiyatı 350 TL. “yuhh” diyorsan de, ben de dedim. Bir hışımla çıktım dükkandan, ani bir planla aynısından yapmaya karar verdim.
Tabi ki de adresim aradığın her şeyi bulabileceğin, aramaya inanarak çok şeyler başarabileceğin, kalabalığın arasından sağ çıkarsan, akşam eve dönüp çayını içerken, aldıklarına yaptıklarına bakıp ne kadar karda olacağını hesaplayarak keyifli anlar yaşayacağın, anlamsız kahkahalar atacağın, bir rüya semt olan Eminönü oldu.
Bih’le birlikte ilk önce bijutericilerden başlayarak kulaklık aramaya başladık, belki 20 dükkana girdik çıktık aradığımız gibi yok. Olanlarda toptan satıyorlar. Toptan satıcıların havası uzay. “Biz toptancıyız, parekendeci değil” derken seslerinde oluşan “defolun gidin, küçük hesap yaptırmayın” tınısından ve gözlerinde oluşan kinayeden bahsetmeyeceğim. En sonunda, tatlı dilimizin, güler yüzümüzün, sevimliliğimizin yüzü suyu hürmetine bir toptancı “biz parekende vermiyoruz ama hadi sizi üzmeyelim” dedi. “aslansın, kaplansın, üzme tabi bizi ya, üzülecek kızlar mıyız biz” dedim ama içimden dedim. Adama sadece “teşekkürler” diyerek kulaklıklarımızı aldık.
Taşçılara doğru ilerlerken, ve artık yorgunluktan zor adım atar hale gelmişken, taşçı karşımıza çıktı. İçeriye girip “kulaklıklara taş bakıyoruz” dememizle, tezgahtar kızların “ayyyy çok tatlı oluur bunlar, biz de yapalım” demeleri bir oldu. Biz de, tüm uyanıklığımızla “madem bu kadar istiyorsunuz, bunları burada yapıştıralım sizde görün”  diyerek, taşları da kızlara yapıştırttık. Evet, bir çakal karlosluk söz konusu.
İşlerimizi halledince, “e , buradan Galata’ya gidelim. Dinlenelim biraz” dedik. Galata da dayanamayarak yine küçük butiklere daldık ve naranaraaamm!! Eminönü’nde bijutericilerde gördüğümüz bir çok aksesuar ( en başta yakalıklar olmak üzere) Galata’da ki butiklerin aksesuar bölümlerindeydi. O an, onların da en az bizim kadar çakal karlos olduklarını anladım.
Sonuç: bu kış acayip karlıyım, öyle böyle değil. Creatif kişiliğime sağlık.
Çıkarılacak ders: aramaya inanırsan, Eminönü bir cennet.

27 Kasım 2012 Salı

Kurabiye Canavarı

Geçenlerde bir cumartesi akşamı ( buraya dikkat et bak, cumartesi akşamı diyorum, geçenlerde diyorum, yani havalar daha güzel ve haftasonu akşamı) artık neyin kafasını yaşıyorsak, Se’yle birlikte evde oturup kurabiye yapmaya karar verdik. Fikir benden çıktı. “ya ben acayip bir kurabiye tarifi buldum, hatta iki tane Se, deneyelim mi?” soruma “aaaa, super cumartesi akşamı bize gel, yapalım” cevabını aldım ve cumartesi akşamımızı, üstelik havalar daha sıcakken, sokaklar kalabalık, insanlar cıvıl cıvılken, evde kurabiye yaparak geçirdik. Değdi mi değdi. Lezzetli bir cumartesi oldu. İki tariften en beğendiğim “yulaflı üzümlü kurabiye” tarifini veriyorum. Epeydir tarif vermiyordum blogda. Gözün korkmasın, valla çok basit. Biz yaptıysak herkes yapar.
Malzemeler olmadan asla:
300 gr un, 2 çay kaşığı kabartma tozu, 1,5 çay kaşığı karbonat, 1 çay kaşığı tarçın, yarım çay kaşığı tuz, 320 gr yulaf (migroslarda satılıyor, diyet ürünlerin olduğu raflarda), 250 gr tereyağı, 360 gr esmer şeker ( bu olmazsa olmaz, sakın esmer şeker yerine, cin fikirlik yaptığını sanıp, yanılıp yönelip toz şeker kullanmaya kalkma ), 100 gr toz şeker, 2 çay kaşığı vanilya, 2 yemek kaşığı süt, 120 gr hindistancevizi, 130 gr ceviz, 170 gr kuru üzüm, 3 yumurta. Bu kadarcık…
Yapılışı:
Geliyorum yapılışa. Önce fırını bir 180 dereceye ayarla. Sonra derin bir kab al. İçine unu, kabartma tozunu, karbonatı, tarçını, tuzu, yulafı, sütü, hindistancevizini, cevizi, ve üzümü ekle. Karıştır onları güzelce, karıştır karıştır, elini korkak alıştırma. Afferinnn.
Başka bir kabın içinede tereyağını, esmer şekeri, toz şekeri, yumurtayı, vanilyayı karıştır. Bunu mikserle karıştır hadi, yoruldun kıyamam. Karıştırdın mı? Şimdi, diğer kaba karıştırdıklarınla bunları birleştir. Şöyle bir topluca karıştır.
Tatlı kaşığıyla, simetrik aralıklar bırakarak, tepsilere yerleştir. İki tepsi falan çıkıyor bu malzemelerden. Isıttığın fırına tepsileri yerleştir, 12 dk sonra, tepsilerin yerlerini değiştirip bir 5 dk daha bekle. Hah tamam şimdi. Tepsileri fırından alabilirsin. Oldu bitti. Gördüğün gibi, marifet sadece karıştırmakta. Afiyet olsun. Şefin tavsiyesi ( yani benim tavsiyem öhö öhhöö ) kahveyle yemen. Fotoğrafta da gördüğün gibi, biz buzlu kahveyle yedik. Harika oluyor. Yok, o borcamın hepsini yemedik.

25 Kasım 2012 Pazar

Hala İzlemeyenler İçin SKYFALL

Güzel film, eğlenceli film, aksiyonu bol film.
Bu zamana kadar izlediğim, en derin Bond filmiydi. Bunun sebebi de yönetmen Sam Mendes. Dokuyu bozmadan dokunmuş bir Bond’a. Daniel Craig üçüncü kez Bond rolünde ve bence şimdiye kadarki en iyi performansı bu film. Onlarda benim gibi düşündükleri için sanırım, 24’üncü ve 25’inci filmler için de Daniel’la anlaşmışlar. Yeni M’de Mallory olacakmış yani Ralph Fiennes. Hadi son dedikoduları verdim.  Javier Bardem büyük oyuncu ama o sarı saçları nedir öyle ya. Hiçbir yakını da yok galiba uyaracak. İzlerken içimden “tez zamanda diplerin çıkar inşallah” dedim. Yine de oyunculuğuna benden 10 puan.
Filme Adele’yle harika bir açılış yapıyorlar. Filmi izlediğimden beri bu parçayı 879 kere dinlediğim için, linki yazının sonunda verdim. Çok paylaşımcıyım.
Filmde tabi ki, İstanbul’u şahane göstermemişler. Gönül istiyor ki böyle filmlerde ışıklar içerisinde bir boğaz, Galata kulesi görelim ama olmadı mı olmuyor işte. Bu gözler “taken 2” da ki İstanbul’u da gördü. En azından kara çarşaflı kadınlar, murat 131’ler yok diyerek buna da şükür düyorum. iki filmin Türkiye çekimlerindeki ortak özelliği ise, kovalamacada devrilen pazar tezgahları. Bu da Hindistan’a kapak olsun.
Filmde bir çok mantık hatası vardı ama bunları şimdi teker teker yazamam. En çok gözüme sokulan hata Türkiye’deki barda ingilizce CNN yayını olmasıydı. “Yurdumun hangi barında CNN izleniyor ki, ingilizcesi izlensin” dedim içimden ama bunlara çok takılmamak lazım, neticede bir Bond filmi. Mantık aramak da komik olur.
Filmde beni güldüren sahnelerden birisi, Bond’a psikolojik test yaptıkları sahnede, - Agent dendiğinde, Bond’un –provocateur demesi oldu. (bkz: agent provocateur) inceden bir reklam olmuş ama komik olmuş. Bir de izlerken bir ara resmen Silva’ya üzüldüm ya. M’den öyle böyle çekmemiş. Valla adam ne yapsa haklı ama o kadar malın mülkün içinde, M’den intikam alacağım diye olmayacak işler yap, otur deli planlar yap. Enerjine yazık. Bak keyfine işte, şahsi adan var, saçının rengini de değiştirsen, dünyayı alır satarsın. Rahat mı battı derler adama ki ben dedim.
Yine çok uzatarak geyiğe sardım. Sonuç olarak bence basbaya olmuş bir film diyorum ve seni Adele’in güzel sesiyle başbaşa bırakıyorum.  

22 Kasım 2012 Perşembe

Bulut Atlası "Cloud Atlas"

David Mitchell’ın 2004 yılında yayımladığı, altı farklı hikayeyi ilginç bir şekilde bir araya getirmesini konu alan pek çok ödüllü hatta ödüle doyamamış kitabının uyarlaması bu film.
Yönetmenler Wachowski kardeşler ve Tom Tykwer. Geçen hafta vizyondaydı ben de nihayet sonunda izledim.
Film hakkında ki fikrim çok enteresan çünkü genel anlamda baktığımda ne iyiydi diyebiliyorum, ne de kötü diyebiliyorum. Kendi alanında iyi bir film olduğunu söyleyebilirim. Geniş bir zaman ve konu yelpazesi var. Reenkarnasyondan tut da, tanrı algısı, eşitlik, cesaret,… ne ararsan var. Geleceği de görüyorsun ama hiç görmesen de olur, gerek yok. Toprak yok bir kere. Toprak yoksa ben de yokum. Şimdiki zaman iyi. Toprak, su, güneş. Bu üçünden vaz geçmeyeceksin.
Neyse konuya dönelim. Filmin ilk yarısı sıkıcı, ama ikinci yarısında “anaaa, Bu O muymuş, bak bak, O da Bu çıktı” gibi diyaloglar kurabilirsin çünkü ikinci yarıda bir çok olay çözümleniyor. Filmin sonunu beklerken ha bire içimden “dur bakalım, çok güzel birbirine bağlayacaklar bunun sonunda” diye diye ÜÇ saat bekledim. Hiçbir şey olmadı. Baktım kaldım öyle ama mesajı aldım naaaber. Ha bir de, filmde konular iç içe olduğu için ve oradan oraya atladığı için her şeyi çözemeyebilirsin. Dert etmeye gerek yok, her şeyi de anlamayıver, anlasan n’olucak, evreninin sırrını mı çözeceksin allasen.
 Oyuncular ve makyajlar çok bombaydı. "Tom Hanks sen koca bir çılgınsın" demek istiyorum ama Hugh Grant da oynadığı için diyemiyorum. Alınır sonra, kıyamam.
Yani, demem o ki; “konu basit olsun, keyifle izleyeyim, film aksın gitsin” diyorsan, bu filmi izleme. Bak uyarıyorum, sıkıntıdan alnında sivilceler çıkar, üç saat boyunca sıkım sıkım sıkılırsın, sürmenaj olursun, zona çıkarırsın maazallah.
“Karışık olsun, beni düşünmeye zorlasın, film bittikten sonra bile birkaç gün düşüneyim” diyorsan, kesinlikle izle ama aklının kafanın rahat olduğu bir saatte izle. Bir de beraber izleyeceğin arkadaşın da, bu tarz filmlerden keyif alan birisi olsun ki, bu üç saat sana keyif olurken O’na eziyet olmasın. Can alıcı nokta bu.

20 Kasım 2012 Salı

Cahide Gold'dan Olmuş

 Cumartesi akşamı Jlo konserinden sonra, “hız kesmeyelim” dedik, oradan Cahide'ye geçtik. Geçtik ama ne göreyim. Cahide Gold olmuş. Uzun zamandır Drag queen lerden Papi’nin ( cahide’nin dansçılarından) sayfasında yeni showların hazırlığını, Cahide’nin yeni konseptinin “gold” olduğunu görüyordum ama bu kadarını ben bile beklemiyordum. Her köşesi ayrı ayrı düşünülerek incelikle yapılmış yeni bir dekorla karşılaştım. Cahide Harikalar Diyarı’nı da çok sevmiştim ama kendi deyimleriyle, çılgın kız Cahide olgun dönemine yani altın çağına girdiği için, kış döneminde de O’na yaraşır bir dekor yaparak her tarafı altın tozuna bulamışlar. Zaten dore manyağı olan ben, her tarafı “gold” görünce, “hah” dedim, “tam benlik olmuş Cahide bu kış.” Bir mekan, her seferinde dekoruyla benzersiz olmayı başarır mı, burası başarıyor işte.
İzzet Çapa bu konuda kesinlikle Türkiye de bir numara. Üzerine tanımıyorum. Cahide de , Arabesque de; hem menüleriyle, hem müzikleriyle, hem dansçıları ve showlarıyla, hem de dekoruyla bence bu ülkenin eğlence hayatında ki atar damarı demek istemiyorum ama atar damarı gibi bir şeyi.
Şahsi düşüncemi söylüyorum. Mesela arkadaşlarım cumartesi akşamı için başka bir yer teklif ettiklerinde 10 kere düşünüyorum, “iyi midir, eğlenebilir miyim acaba, evde film mi izlesek…” gibi, bir çok alternatif program aklımdan geçerken, birileri bana Arabesque veya Cahide dediğinde, üşenmekten yerinden kalkamayan ben kendimi 10 dk içinde falan hazırlanmış halde kapı önünde buluveriyorum. Buralarda, eğlenmeden çıktığım bir akşam henüz olmadı. Hepsinde de, ertesi günkü konuşmalarımızda “dün akşam ne eğlendik ama yaa” cümlesi kesinlikle geçti.
Biz geç gittiğimiz için yeni menülerini tadamadım, yeni showları da kaçırdım. Çılgın Rahibe showu ve Drag Papi’nin JLo showu en merak ettiklerim arasında. En kısa zamanda, daha erken bir saatte giderek, görmem lazım. Gitmeni kesinlikle tavsiye ederim, gidemezsen de, ben izler izlemez sana da anlatırım, gitmiş kadar olursun ;)

18 Kasım 2012 Pazar

İstanbul'dan JLo Geçti

"Good evening Neeeww York. Oo, yeaa. I am just a simple girl from Denizli. Do you wanna come Denizli with meee!!!" diyorum ve arkamda ki dev ekranda, Pamukkale, gözlemeci teyzeler, çevrilen bir kuzu, kırmızı kaplıca suyu falan beliriyor. Nerede miyim? Tabi ki New york da sahnedeyim. Aynı zamanda dünya starıyım ve dansçıyım.
Jennifer ın sahnesinden bir bölümü kendime uyarlamış bulunmaktayım şu anda. Panik yok. Hiçbir zaman dünya starı olamayacağımın için, çok şükür böyle bir sahne de olmayacak.
Bir Seçil klasiği, artık biliyorsun. Konserlere aylar haftalar öncesinden bilet almıyorum. Yine bir son dakika konser programıyla kendimi cumartesi akşamı Jennifer Lopez’in orta dünyayı da hatırlayarak sevindirdiği “dance again world tour 2012”  konserinde buldum.
Konser başladığında böyle bir salaklaştım. 90'ların sonu 2000'lerin başı gibi idol oldu bu kadın. Sene olmuş 2012, hala idol, hala güzel. Üstüne üstlük inanılmaz sıcakkanlı ve sempatik. Adeta “let’s get loud” günlerinde yaşıyor. Resmen karın kasları var. “Zamanı mı durdurdun be kadın” diyerek haykırmak istedim.
Konser ise büyüleyiciydi. Altı kere kıyafet değiştirdi ama o kıyafetleri hangi ara değiştirdi, ne zaman gitti, ne zaman geldi anlamıyorsun. Hatta, son kıyafetini sahnede değiştirdi. Kıyafetlerin hepsi pullu taşlı olunca, acaba Nur Yerlitaş’a mı yaptırmış yorumunu da yaptık, yapmadık değil. Danslara gelince, Jennifer ayrı harika, ekibi ayrı harika. Sahne şovuyla müziği birleştiren en iyi şarkıcılardan biri. Ben pek Jennifer delisi değilim, bir tek albümünü almışlığım da yok ama enteresan bir şekilde bütün parçalarını biliyormuşum. Konserde anladım. Buradan çıkaracağım sonuçda, hep klip çektiği parçaları söylemiş olması. Sağ olsun Mtv, yıllar içinde konsere hazırlamış beni.
 Son cümlem ise; I wanna dance, and love, and dance again.

15 Kasım 2012 Perşembe

Sakatat Çılgınlığı Hiç Bitmesin

Dün akşam, Bar’la birlikte sinema programı yaptık. Cloud Atlas’ı film vizyondayken izleyebildim nihayet. Acayip bir film ama bugünkü konum değil. Bugünkü konum; sinemadan sonra karnımız acıkınca gittiğimiz sakatatçı.
Film bir üç saat sürünce, çıktığımızda resmen açlıktan karnımdan sesler gelmeye başlamıştı. Önce başka bir atıştırma seçeneğini denedik ama gittiğimiz yerde “kalmadı” lafını duyunca, ne yapsak ne etsek derken, Bar’ın kendince sıradan ama benim için dahiyane olan önerisi geldi. “şurada bir yer vardı yaa, çorbacı aslında ama başka şeyler de var, kokoreç, uykuluk falan. Gel oraya bir bakalım” demesiyle benim gözümün parlaması bir oldu.
Uzun zamandır yapılacaklar listemde uykuluk yemek vardı. Ben, en güzel Hasköy-Sütlüce’de yapıldığını sanıyordum, yanılmışım. Meğer benim burnumun dibinde Nişantaşı’nda da varmış ve gayet güzel yapıyormuş. Gittik Gaziantepli Şuayip Usta’nın yerine (bunu eklemeden geçemedim Gaziantep'le sakatatın alakasını sorma, ben de anlamış değilim.) siparişlerimizi verdik, yanında közlenmiş biber, domatesle bir güzel de yedik. Eve servisi de varmış, aldım magnetimi çıktım.
Eve gelince kuzu gerdanından elde edilen uykuluğa neden uykuluk dendiğini düşünmeye başladım, ve sonunda buldum. Kimin aklına geldiyse gerçekten zeka seviyesi ileri derecedeymiş, ticaret kafası da oldukça iyiymiş. Sen kalk sakatata uykuluk adını ver, millet gece acıkınca yesin. Valla süper fikir bence.
Sakatat yememeyi statü sayan insanları ise anlamak mümkün değil. Böyle bir lezzetten nasıl kendilerini mahrum ettiklerine akıl sır ermiyor. Bence dünyanın en baştan çıkarıcı yemekleri arasına girer. Bu arada, uykuluğu beğenmeyen varsa diye söylüyorum. Sen beğenmiyorsun ama, elin Fransız aşçısı, yemek kitabı hazırlamış, içine de uykuluk olan 51 tarif koymuş. Bak bir değil, iki değil, 51 tarif. Sahip çıkalım milli değerlerimize lütfen, sevmiyorsan da orada burada “ıyyy iğrenç” diyerek kötüleme.
Valla ben her türlüsünü yiyiyorum. Hamburger, popcorn, cips, zart zurt yiyerek milletin fast fooduyla obez olacağıma, memleketimin mis gibi sakatatını yerim.

13 Kasım 2012 Salı

21 Aralık 2012 Kıyamet Kop Kop Kop

21 aralık 2012 yaklaşıyor. Bu ne demek, 13th friday ve 7 gün sendromunu içeren, ne olacağı hala belli olmayan güne, şunun şurasında 37 gün kaldı demek.
10 yıl önce başladılar bu konuyu konuşmaya. İlginç olan, medya tarafından filmlerle, reklamlarla bu kadar desteklenen bir komplo teorisi daha görülmedi. Neymiş, Mayaların takvimi 21 Aralık 2012 de bitiyormuş. Kıyamet o gün kopacakmış. Bir beş yıl falan herkes bunu söyledi, sonra baktılar dünya buna hazır değil, anında çevirdiler olayı “Yeni Çağ başlıyor, buzul çağına gireceğiz” demeye. Bir süre de bu şekilde devam etti. E bir süre sonra bu da sıkmaya başladı. Baktılar, git gide tarih anlam yitiriyor, böyle gazoz bir anlama bürünüyor, hemen yeni bir şey daha attılar ortaya. Son teori ise dünyacak aydınlanma yaşayacağımız. Çok ekmek yenildi bu tarihten çoook.
Ben de bugün gördüğüm bir TV programından sonra bunu yazmaya karar verdim. Ya zaten bir kere mantıklı düşünürsek, aya adam göndermiş teknoloji bilim bilemeyecek de 2012 de ne olacağını, takvimi biten Mayalılar mı bilecek. Tamam kabul ediyorum, kendi dönemlerinde bilimin altın çağını yaşamış olabilirler ama devir değişti. Hem nereden biliyorlar ki, belki de iki geyik mayalı, “amaaan dedi, 2012 yi de onlar yazsın. O zamana kim öle, kim kala” diyerek keh keh güldüler.
İtiraf ediyorum, Cuma gününe denk geldiğini ilk öğrendiğimde ben de biraz tırstım fakat sonra araştırdım, Allahtan aşure gününe denk gelmiyor ( Malum, kıyametin aşure gününe denk gelen bir Cuma kopacağı söylenir) Aşure günü 24 Kasım bu sene. Ha şöyle bir şey olursa, diyanet açıklama yapar “biz yanılmışız, yanlış hesaplamışız, bu sene aşure günü 21 Aralık” derse, tamam derim o zaman, “kıyamet geliyor kopalım” gibi iğrenç bir espri bile yapabilirim o anki paniklememle. Fakat henüz öyle bir durum yok, yani relax.
Geliyorum aydınlanma ve bilinç açılma olayına. Bana bu konuyla ilgili bir mail geldi, görsen inanamazsın. Nasıl bir hayal gücü varsa yazanın. Dev kedilerden tut da, bütün insanların aynı tip ve aynı kıyafette yaşamaya başlayacaklarına kadar. Düşünmesi bile korkunç. Ben kendi adıma istemem yani herkesle aynı tipte olmayı. Benden bi dünya  var. Oooo yoooo, bu benim için aydınlanma değil, kararma olur. Tip de tip olsa, tarife göre; koca kafalı, kel insanlar.
Bilinç açılmasıyla ilgili sorularıma da, sana az önce bahsettiğim programda gördüğüm Rezzan Kiraz cevap verdi sağ olsun. “sen hiç kitap okuma, etrafında ne oluyor ne bitiyor bilme, öyle at gözlükleriyle yaşa, sonra bekle 21 Aralıkta bilincim açılacak diye” dedi. Ağır konuştu biraz ama doğru konuştu. Öyle bir şey olacaksa da, bizim ülkede pek bir değişiklik olmayacak yani. O konuda da relax.
Benim tek korkum o gün face de ve twitter da olacaklar. “Bitse de gitsek” kıvamına geleceğime eminim. Amaaan aslında bir gün yaa, herkes sonuna kadar tadını çıkarsın. Ben de ne olur ne olmaz diye son kez rakı-balık olayına girebilirim. Son iki üç günde gözle görülür bir saçmalama olmazsa dünyada, benim için 21 Aralık’ın anlamı günlerin uzamaya başlayacağı gün. Bu açıdan mutlu oluyorum.
Ayrıca, bence 21.12.2112 daha simetrik. Hem kendi içinde, hem birbiriyle simetrik bir tarih. Hadi bakalım, önümüzde ki 100 yıl, yeni nesillerin neyi bekleyeceğini açıkladım şu an J 

11 Kasım 2012 Pazar

Uzatmalı Nişanlım (The Five Year Engagement)


Geçen Pazar, kendi DVD kuşağımda, 2012’nin ilk aylarında vizyona giren The Five Year Engagement’ı ( Uzatmalı Nişanlım) seçtim. Sim’le soğuk Pazar akşamına yaraşan, romantik komedi tadında, bizi fazla yormayacak, çaylarımızı içip, kurabiyelerimizi yerken, mutlu mutlu ( yüzümüzde salak bir gülümsemeyle ) izleyebileceğimiz bir film olsun istedik. Doğru tercih yapmışız sayılır.
Yönetmeni Nicholas Stoller, oyuncular ise Jason Segel ( ki ben How I Met Your Mother’dan beri severim kendisini. Lily’e olan düşkünlüğü sayesinde, yakışıklı olmasa da, her genç kızın koca adayı oldu) ve Emily Blunt (pek bir şey yazmak istemiyorum hakkında, kıskançlıktan saçmalayabilirim)
Jason Segel açısından filmi değerlendirmek istiyorum. Kesinlikle, bir “Forgetting Sarah Marshall yada I Love You Man” değil. Kötü de değil. Arasında bir yerlerde.
Filmde “kariyer-ilişki” ikilemine ya da  sorunsalına, (artık her neyse) değiniyor. Filme başlarken, Jason ve Emily ikilisinin başından bir sürü sinir bozan, saçma sapan olay geçeceğini tahmin ediyorsun fakat yine de bir yerden sonra “yok artık ama yaa” demekten de kendini alamıyorsun.
Filmde çok beğendiğim bir iki sahne var. Bunlardan birisi, Elmo ve kurabiye canavarı sahnesiydi.  Diğeri ise son sahnelerden birisiydi. Şimdi anlatıp, olayı bitirmek istemiyorum, izlersen sen zaten anlarsın hangi sahneden bahsettiğimi.
Romantik komedilere göre biraz uzun bir film ama yine de sıkıcı değil. Değindiği konu çok tanıdık gelince, (günümüz ilişkilerinin sorunu, malum) sıkılmadan, saate bakmadan izledik.

8 Kasım 2012 Perşembe

Fazıl Bey'in Türk Kahvesi

Geçenlerde bir iş için Anadolu Yakası’na geçmem gerekti. Buralara gelmişken Mur’u görmeden olmaz diyerek, işlerimi bitirdikten sonra görüşmek üzere sözleştik. Bana, “Bağdat Caddesi’nde çok iyi bir kahveci var, seni oraya götüreceğim” dediğinde, içimden “ne yani kahveciye mi gideceğiz şimdi” desem de, gidip kahveyi içtikten sonra ne menem bir şeyden bahsettiğini anladım.
Cafe Cadde’nin karşısında, merdivenlerden inerek gittiğim bu yerde dışarıda, minicik masalarda ki tahta iskemlelere oturduk. Öyle nostaljik ve sıcak bir ortam vardı ki, bizim masanın dibinde yerde yatan  kocaman bir köpek ( Mur’un golden’ı Lacci ), yanımızdaki masada küçük kızıyla gelen bir adam, arkamızda oturan iki yaşlı teyze ve masadan masaya Lacci’yi sevmeler, bizim küçük kızı sevmemiz falan… hayal et artık sen. 
Kahvelerimizi nasıl içtiğimizi söyleyerek siparişimizi verdik. Biz beklerken, dışarıyı, içeriden gelen mis gibi kahve kokusu sardı. Daha sonra kahvelerimiz, yanında çifte kavrulmuş lokum ve minik bardaklarda suyumuz geldi. İlk yudumu aldım ve “ ben Türk kahvesini seviyorum yaa” dedim. Hakkını vererek işini yapan yerleri de seviyorum.
Yarım asırdır olan bir yere ilk defa gitmem, üstelik gittiğimde var olduğunu öğrenmem de benim ayıbım oldu. Kadıköy’de, İstinye Park’da ve Acıbadem’de de şubeleri varmış. Denk gelirsen bir gün, içmeni tavsiye ederim.

7 Kasım 2012 Çarşamba

Tiyatro Sezonu Hedda Gabler ile Açıldı.

Tu beni arayıp “ akşama Hedda Gabler’e gidiyoruz, söz verme kimseye” deyince, bana da, güle oynaya, hoplaya zıplaya Muhsin Ertuğrul’a gitmek düştü. Bu sezonda ki ilk izlediğim oyunda Hedda Gabler oldu haliyle.
Hedda Gabler, Norveç’li oyun yazarı Henrik İbsen’in 1890 yılında yazdığı oyun. Bu oyunun şu açıdan da farklı bir önemi var, sanat çevrelerinde Hedda Gabler’in, Hamlet’in kadın versiyonu olduğu söyleniyor.
Oyunun yönetmeni Emre Koyuncu. Hedda’yı ise Şebnem Köstem oynuyor. İzlerken, tüm ruhuyla oynadığını anlayabiliyorsun. Öyle değişik bir kadın ki Hedda, kendi içinde çıkmazlarda yaşıyor. Evli fakat general olan ve ölen babasının etkisinde. Kimseye bağlanamıyor, kimseyi sevemiyor ama başkasının sevmesini de istemiyor. Bu çıkmazlarının arasında, hayatları etkileyen, kaderleri değiştiren küçük oyunlar oynuyor ve bu oyunlarla mutlu olmaya çalışıyor. Oyunu izlerken birden sen de Hedda oluveriyorsun. O’nun çaresizliğinden kurtulmasını, normal bir hayata geçiş yapmasını istiyorsun. O’nun küçük numaralarına gülmeye başlayıp, O’nunla birlikte kader değiştiriyorsun.
Üçgen bir sahne kullanılmış. Sahne döndükçe Hedda üçgenin farklı taraflarında oluyor. Bir kıyısında köşesinde, bir ortasında, bir başında ama hep içinde.
Oyunda en beğendiğim performanslardan birisi de yargıç karakterini oynayan Eraslan Sağlam oldu. Aslında sevimsiz bir karakter olmasına rağmen, Hedda’yı herkesten daha iyi anlayan ve aslında O’nunla gerçekten konuşabilen tek karakter. Beğendiğim diğer performans ise, tabi ki Şebnem Köstem.
İzlemeni tavsiye ederim. Şehir Tiyatroları’nın web sitesine girersen, İstanbul da nerelerde oynadığını görebilirsin. İlk yarı biraz durağan ama ikinci yarıda ilk yarıda ki durağanlığa değdiğini düşünüyorsun.

4 Kasım 2012 Pazar

Hüznün Tarif Edilemediği Şehir: Mostar

Hep oralarda bir yerlerde olan köy değil de, ülkedir bazen. Gidince, yabancılık çekmeyeceğini, aidiyet duygusunun seni saracağını bilirsin. İşte Bosna Hersek de bu ülkelerden biri benim için. Mostar’a gittiğimde de tam olarak bu duyguyla karşılaştım. Ne bir eksik ne fazla. Tanıdık bir yerdeydim. Bu hiç bilinmeyen ama bilinen yerde dolaşırken,  Mostar’ın acısı beni içine bir yerlere aldı. Yaşadığım hüznü kelimelerle anlatacak kadar yetenekli değilim.
Şehrin ikiye bölünmüşlüğü, müslüman kesimin yaşadığı tarafda ki evlerin duvarlarında gördüğüm şarapnel parçaları, onlar için çok önemli olan Mostar Köprüsü’nün yıkılış ve yeniden yapılış hikayesi, bütün dünyanın “biz de dahil” bu savaşa sessiz kalması, dağın zirvesinde göze sokarcasına yapılan hac sembolü ve buranın bir zamanlar Osmanlı toprağı olması… bütün bunlar acı bir hikaye gibiydi.
Bosna Osmanlı’nın himayesinde kaldığı 415 sene boyunca en mutlu günlerini yaşamış, ta ki Osmanlı’dan çıkıp Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna verilene kadar. Osmanlı, burada bütün dinlerin bir arada huzur içinde yaşayabilmesini sağlamış. Evladını korur gibi korumuş Bosna’yı. Osmanlı’nın himayesinden çıktıkdan sonra ise, bir yandan Yugoslav liderle, bir yandan Sırplarla, bir yandan ise Hırvatlarla bitmek bilmeyen bir iç savaş yaşamaya başlamış Boşnaklar.
Boşnaklar için Mostar Köprüsü’nün önemi de buradan geliyor. Bu köprü 1556 yılında Sultan Süleyman’ın emriyle, Mimar Sinan’ın öğrencisi Hayruttin tarafından yapılmış. Yapılması yıllar almış. Zaman içerisinde, Boşnakların ve müslümanlığın Mostar da ki simgesi haline gelmiş. Savaş sırasında hemen hemen her gün bu köprüyü bombalamışlar. Yıkamayınca, bir gün hırs yaparak, peşpeşe atışlarla tarihi simgesel köprüyü yıkmayı başarmışlar. Her şey bittikten  sonra, bu köprü Unesco tarafından bütçe sağlanarak tekrar yapılmaya başlamış. Yapımını da Türkiye’den bir inşaat firması üstlenmiş. Köprü tekrar yapılırken eski taşlar kullanılamayacak durumda olduğu için, eski taş ocağı tekrar açılmış ve aynı taşlardan tekrar üretilmiş. Şimdi o köprü şehri ikiye ayırıyor. Bir tarafında Hırvatlar, diğer tarafında ise Boşnaklar yaşıyor. Boşnakların yaşadığı taraf adeta bir Osmanlı şehri.
Köprünün altında ise upuzun güzelliğiyle  Neretva Nehri var. Yol boyunca bize eşlik eden nehir, Mostar Köprüsünden baktığımızda güzelliğini esirgemeden, o mistik yeşiliyle bizi büyüledi adeta.
Orada ki bir Boşnak mezarlığında gördüğüm olay ise tüyler ürperticiydi. Herkesin doğum yılı farklı farklıydı ama ölüm yılı hep aynı, 1993. Şimdilerde turizm savaşın etkilerini silmeye yardımcı olsa da, gülen satıcı kadınların gözlerinde acı, duruşlarında ise zoraki bir metanet vardı.

1 Kasım 2012 Perşembe

Dubrovnik'e Gittik

Dubrovik’e devam ediyoruz. Geçen yazımda gittik, şehri gezdik. Bu yazımda da, bir gün gidersen ne yemeli, ne içmeli, nerede eğlenmeli, alış veriş yapmalı hepsini anlatıcam. Aklına eserde gidersen, bu yazı çok işine yarıyacak, bu iyiliğimi de yaz bir yere.
Kahvaltıdan başlıyorum olaya. Bizim ki gibi bir kahvaltı sakın bekleme. Omlet bulduğun yerde, Allah’a şükret, bunu da bulamayanlar var diyerek onu bulduğuna razı ol. Old City de saat kulesini görürsün. Sırtını saat kulesine verdiğinde, hemen sağda Cele var. İlk fotoğrafta gördüğün yer. Hem dışarıda oturup, etrafı seyrediyorsun, hem de öğleden sonra saatlerine kadar omlet bulabilirsin. Hırvatlar da bizim gibi gelene geçene bakmaya pek meraklı.  Benim gibi çaysız duramayanlardansan, earl grey sallama bulma imkanın da var. Bu arada, öğün aralarını dilim pizzayla geçiştirebilirsin.
Akşam yemeğinde balık yemek istersen, limanda ki yerlerden ziyade, yine Old City’nin içinde olan  Penatura mükemmel. Gördüğümüz en sempatik garsonlara sahip. Tuvaletin yerini falan size Türkçe söyleyerek şaşırtma yetenekleri de var. Masayı, ayıptır söylemesi, neredeyse donattık. Hesap ise, güneyde bir yere, böyle bir masaya ödeyeceğiniz ücretin 2/3'ü gibiydi. Yalnız midye yemeni tavsiye etmem. Bizim midyelerimiz onlarınkinin yanında sanat eseri gibi. Bir de Boşnak yemekleri yapan Taj Mahal var. Menüsü bizimkine benzediği için pek önemsemedik. Kebap yemek istersen, orayı tercih edebilirsin.
Altın bilgi ise, bütün çeşme sularının içilebilir oluşu. Tarihi çeşmelerden, (ikinci fotoğraf) musluklardan, her yerden su içebilirsin. Küçük şişe suyu 1 Euro. Tavsiyem, gittiğin gün bir şişe alıp, sonra o şişeyi doldurup doldurup içmen. 
Bir hafta önce gitsek denize girerdik ama ekim sonu pek cesaret edilecek gibi değildi. Duyarlı bir blogger olduğum için, denize girmesem de, en iyi plajının “East West” olduğunu senin için öğrendim.
Benim gibi bir jazz seversen, Old City’de ki “Troubadour” diyorum.(üçüncü fotoğraf) İyi ve kaliteli müziği burada dinleyebilirsin. Garsonun adının Türkçe telaffuzu Demiğr gibi bir şeydi. O’na İstanbul’u anlatırsanız, shut ikram edebilir. Özel biraları olan, Karlovacka’yı da tavsiye ederim. Oraların Efes’i gibi bir şey.
Gece kulübü olarak da Fuego ve Revelin var. Fuego ergen yuvası. Tercihin kesinlikle, suratsız dj’ine rağmen  Revelin olsun. (dördüncü fotoğraf) Orada da fiyatlar, burada aynı standartlarda bir yere ödeyeceğinin 2/3’ü kadar.
Old city de ki küçük ve şirin art galleryleri mutlaka görmelisin. Uygun fiyata çok güzel yağlı boya resimler bulabilirsin. Bu art gallery lerin birisinde, sahibiyle sohbet ederken Osvaldo Cavandoli’nin İtalya’dan Dubrovnik’e yerleştiğini, çoluk çocuğa karıştığını ve orada öldüğünü öğrendim. Tasarım ve özel bir şeyler ararsan da, Michal Negrin’i tavsiye ediyorum. O da saat kulesinin hemen arkasında. İçeride ki elbiseler, takılar, anahtarlıklar… hepsi de tasarımdı. Çok güzellerdi ve benim için fiyatları fazlaydı. Bir daha gidersem, orası için ayrı bir bütçe ayıracağım. Çok fena içimde kaldı.
Hırvatlardan ve tutumlarından bahsedecek olursam, öncelikle çok uzunlar. Kadını da erkeği de çok uzun. Ben kendimi hobit gibi hissettim. Allahtan Japonlar ve Koreliler vardı da, komplekse girmeden döndüm geldim. Uzun olmalarının dışında ise sıcakkanlılar. Çok fazla Türk turist olmasından yada Akdeniz insanı olmalarından olabilir, bilemiyorum. Biz ters hiçkimseyle karşılaşmadık. Bu aralar deli gibi Muhteşem Yüzyıl ve Fatmagül’ün suçu ne’yi izliyorlar.
Gezdiğimi, gördüğümü, yediğimi, içtiğimi de anlattıktan sonra, Dubrovnik yazılarıma burada son veriyorum. Haftaya Mostar yazıma beklerim. Byeeeeee.