30 Nisan 2012 Pazartesi

O Şapşal Bendim


   Pazar günü Küb, Can, Tu ve ben hep beraber Taksimdeydik.” Pazar günü taksim miii ?” demeyin. benim için çok faydalı bir gezinti oldu. Terkos ve Atlas Pasajı’nın derinliklerinde neler olduğunu filan öğrendim mesela ama bunlar yarının konusu.
  Bu iki müthiş pasajı keşfettikten ve Galata’da biraz dolaştıktan sonra geri dönerken evimin yolunda olduğu için ve uğramazsam çok büyük suçluluk hissedeceğim için Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin önüne “şehir tiyatroları yok edilemez” demeye gittik.” Bir saat kadar uğrayıp, eve geçeriz” dedik.

   Gittiğimizde Fırat Tanış konuşma yapıyordu, biz de arkalarda seyrediyoruz. Derken kalabalık bir grup  konuşma yapılan yere doğru yöneldi, Kemal Kılıçdaroğlu gelmiş. Kemal Kılıçdaroğlu konuşmasını yaptı. Zaten ne olduysa sonra oldu. Bu kalabalık benim olduğum tarafa doğru gelmeye başladı,  bir baktım Kemal Kılıçdaroğlu yanımda. “Ben de fotoğrafını çekim, bloga koyarım” derken başladım mı  Kılıçdaroğluyla beraber yürümeye. O’nun da yanında hiç koruma falan yok. Kimse bana “geride dur biraz” demedi. Fotoğrafı da makinayla çekmiyorum. Millette koca koca nikonlar,bende blackberry. O da takılmaz takılmaz ben foto çekeceğim zaman takılacağı tuttu. Yalnız bu arada ben hem telefonu düzeltmeye çalışıyorum, hem düzeldi sanıp fotoğraf çekmeye çalışıyorum, hem de Kılıçdaroğluyla birlikte yürüyorum. Kemal Kılıçdaroğlu’da yan yan bana bakıyor. Adam içinden “bu ne yapmaya çalışıyor” dedi kesin. Derken başımı kaldırıp bir baktım ki, bütün kameralar karşımda.(yalnız bu da ayrı bir konu, bütün kameraların insanın karşısında olması ne demekmiş, bunu da anladım. Kocaman geriye doğru yürüyen canlanmış ruhlanmış kollanmış bacaklanmış kamera insanlar vardı karşımda, yüz yerine kameralar görünüyor sadece. İnanın rüyanızda öyle bir görüntü olsa korkabilirsiniz.) E onlar geri geri giderek çekiyorlar tabi, benim gibi yengeç misali yandan yandan değil. Ama bu arada azmin zaferini de yaşadım, o fotoğrafı çektim. Artık çektim de ne olduysa. Yüz görünmüyor ama olsun. 

   Yani uzun lafın kısası dün akşam haberlerde Kılıçdaroğlu’nu Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin önünden arabasına doğru ilerlerken  gördüyseniz, onun yanında ki fotoğraf çekmeye çalışan şapşal sarışın bendim.

Her şey blog içindi.

26 Nisan 2012 Perşembe

Zenne


Yönetmenliğini M. Caner Alper ve Mehmet Binay’ın yaptığı Kerem Can, Erkan Avcı ve Giovanni Arvaneh’in oynadığı benim izlemekte çok geç kaldığım, geç kaldığımı da izlerken anladığım film oldu kendisi.
Hemen konusuna geçiyorum. Ahmet, doğulu ve muhafazakar bir ailenin çocuğu, aile muhafazakar olunca, cinsel kimliğini açıklaması çok zor. Urfalılar diyeyim siz anlayın. ( hemen burada belirteyim bu hikaye gerçek hayatta ki Ahmet’in hayatından esinlenilerek yapılmış. Çok önemli bir not bu )  Can ise cinsel kimliğini saklamadan zennelik yapıyor. Daniel da İstanbul’a fotoğraf çekmeye gelmiş Alman bir fotoğrafçı.
Bu üç kişi birbirlerinden çok farklılar. Ahmet ailesinden gay olduğunu saklıyor, Can ise askerlikten kaçıyor, Daniel hiçbir şeyden kaçmıyorda, saklanmıyorda, adam Alman, doğuştan rahat.

Filmde iki farklı anne görüyoruz. Birisi çocuğu gay olduğu için, kirli olduğunu düşünen anne. (bu anne neler yapıyor neler, anne demeye bin şahit lazım ) Diğeri ise çocuğunu cinsel kimliğiyle kabul etmiş, sevgisini göstermekten kaçmayan bir anne. İki farklı annenin aynı sorunlarla boğuşan iki çocuğa farklı yaklaşımlarını ve sonucu ibretle görüyoruz.

Filmde dikkat çekilen bir diğer konuda gaylerin askerlik meselesi. Hiç bilmiyordum ben anlama yöntemlerini, utançla izledim.
Bana göre çok önemli bir ayrıntıyı da almışlar filmde. Gaylerdeki zeka pırıltısı. Yapılan esprilerdeki yaratıcılık aynen Can’la filme aktarılmış. Son olarak, Can’ın eniştesi. Adam bildiğiniz dağ hayvanı gibi bir şey fakat film ilerledikçe mutasyona uğradı. Benim gözümde gizli kahraman.

Eğer homo fobik bir kişiliğiniz varsa izlemenizde yarar var, “amaaan gay filmi” diyip geçmeyin. Filmin sonunda düşüncelerinize bir parça  yumuşaklık gelebilir ve Türkiye de yaşayan bir gay olmanın ne kadar zor olduğunu anlayabilirsiniz. Ben şahsen anladım.

24 Nisan 2012 Salı

Şahane Misafir


   Geçen hafta Kem’le beraber gittiğimiz ve “aman film yok ya, bunu izleyelim bari” diyerek izlediğimiz Cem Yılmaz’ın da oynadığı Ferzan Özpetek’in yönettiği Türk İtalyan ortak yapımı dram komedi.
  Açıkçası filme girerken bu kadar lezzetli bir film izleyeceğimi tahmin etmezdim, italya da 6 dalda ödüle aday gösterilmesi boşuna değilmiş.

   Tiyatrocu olmak isteyen gay bir adamın tek başına eve çıkmasını, ve evde hayaletlerle karşılaşmasını konu alıyor. Ama ne hayaletler, bir zamanların ünlü bir grubu. Kahramanımız ilk önce  bu hayaletlerden korksa da zamanla hepsiyle dost oluyor.

   Klasik bir Ferzan Özpetek filmi diyebiliriz. İçinde dostluk, neşe, kalabalık, aşk,eğlence, oldukça fazla hayal gücü, ve “gel yaa,nolur bak, sen benim dostum ol” diyeceğiniz karakterler var. Bu da zor belki bu zamanda, işte o yüzden Özpetek filmlerinde unuttuğunuz birkaç duyguyla karşılaşabilirsiniz. Bu da filmin içine dalıp gitmenize bire bir. Tabi ki bunda, filmde ansızın başlayan Sezen Aksu parçalarının da etkisi büyük.
    Filmin İtalya’da ki afişlerinde Cem yılmaz arkadayken ( sizin gördüğünüz İtalya afişi ), Türkiye de ki afişlerde neredeyse başrol oyuncusu kadar yer kaplıyor. En başta bunu yadırgasam da, daha sonra çok mantıklı buldum. Ferzan Özpetek’i İtalya’da tanımayan yok. Türkiye de ise neredeyse tanıyan yok. Bu film sayesinde hak ettiği değeri burada da göreceğine inanıyorum, e bunda da Cem Yılmaz’ın bu filmde oynamasının büyük payı olacak.

   Filmde beni etkileyen cümle yazarın söylediği "keşke resmini yapabilseydim öyle güzelsin ki..ama ben sadece yazabiliyorum.." oldu. “ayyy aynı ben” dedim içimden :), filmin sonunda "bana misafir olun, gelin" demek geçiyor içinizden. Keşke her misafir böyle mutluluk verse.

Not: Filmi sakın, ama sakın Türkçe dublaj izlemeyin.  

23 Nisan 2012 Pazartesi

Bir Terapi Yöntemi Olarak Therapy


   Hafta sonu Bu’lar la beraberdim. Cumartesi akşamı Bu’nun eşi Çağ “Beyoğlu’na gidicem” diyince hemen bizim gözümüzde parlayan bir yıldız oldu tabi. E sen gidersin de, biz gidemez miyiz yıldızı. Biz de Bu’yla birlikte dooğru Casita’ ya yemeğe. Söz konusu insan Bu olunca akşam 10 denmiyor, bu saatte yediğim kilo olur denmiyor,  Casita’da çökertme yenebiliyor. Oradan da hadi dedik Therapy’e gidelim, mojitolarımızı içerek yaza meerhaabaaa deriz. Kız kıza rahat rahat eğlenebileceğimiz Reasurans’da ki Therapy’e.

   Ben buraya iki yıldır ara ara gidiyorum, genelde kız arkadaşlarımla. Rahatça hepimizin eğlenebildiği tek tük yerlerden biri. Deli gibi hazırlanıp gitmeye de gerek yok. Zaten öyle gitseniz, bi tuhaf kaçarsınız ortamda. Biz genelde spor ayakkabılarımız, altımızda kotumuz, üstümüzde bir tshirt falan gidiyoruz. Ve o küçücük yerde ne eğlenme ne eğlenme size anlatamam. Kendisinden umulmadık bir performansı var Theraphy’nin.

   Hemen bizi bir köşeye aldılar, yanımızda da doğum günü masası. Yaş ortalamaları 20-25 arasında. Pastaları geldi, bir fotoğraf çekemediler, en sonunda Bu’ya fenalıklar geldi, “verin makinayı siz beceremeyeceksiniz, ben çekeyim, yanaşın bakim yanaşın” diyerek olaya inanılmaz bir şekilde el attı. Nasıl sevindiler, sanki o an için yaşamışlar. Sonra bize pasta yolladı doğum günü kızı hehe. Biz pastamıza bir çatal atmıştık ki Çağ geldi. Bak dedik, pastanı bile getirttik. Sonrası zaten Çağ ve Bu çiftiyle şarkı göndermeceler, masaya gelip giden mojitolar, happy hours …

   Çıkışta eve koşa koşa gittik ama onun sebebini asla söyleyemem. Beni öldürür Bu – Çağ çifti öldürürr.

   Yani demem o ki, siz de arada rahat rahat eğlenmek ama gerçekten etrafı kesmeden, rahatsız edilmeden sadece eğlenmek isterseniz Therapy seçeneklerinizden biri olabilir.

19 Nisan 2012 Perşembe

Canlı Yayın +16


   Ünlü ingiliz yazar Ben Elton’ın kaleme aldığı, Tarık Günersel’in dilimize çevirdiği “canlı yayın”,  yönetmen Bora Severcan’ın marjinal rejisi ve uyarlamasıyla sahnelendi ve artık bitti. Oyuncular; Volkan Severcan, Melda Gür, Sefa Zengin, Aydan Burhan, Yeliz Şar, Hazal Erdal, Onur Bilge, Gamze Utma ve Ayşen Gruda. Oyun medya ve toplum ilişkisini, toplumsal şiddeti ve yozlaşmış medya kültürünü sorguluyordu.

  Gidemicem, sahne ha kapanıyor, ha kapandı derken nihayet gidebildim. Ado’nun sayesinde. Yoksa bilet bulamazdım. İki kişilik bilete ikinciyi bulmam, bilet bulmamdan daha zor oldu. Neyse ki Mur beni yalnız bırakmadı.

  Oyunda Volkan Severcan ve Melda Gür seri katil Mutlu ve Hatice Korkut çifti. Bu çift dünyanın cinayetini işlemiş, kendilerini temize çekmek içinse; ödüllü, şiddet ve cinayet içeren filmler yapan  Selim Cihangir’i esir alıyorlar.  

  Volkan Severcan’la Melda Gür’ün oyunculukları harikaydı. Ayşen Gruda’ya zaten söylenecek hiçbir şey yok. Diğer oyuncular da oldukça iyi performanslar sergilediler. Yeliz Şar’ın oyunculuğu gerçekten Türkiye şartlarında cesaret isteyen bir oyunculuk. Yalnızca bir tek şeye takıldım. Bora Severcan sen ne kadar zeki bir insansın ki, oyunun sonunda eleştirdiğin olayı kendin kullandın. Oyunu izlerken her şeyin olması gerektiği gibi olduğunu düşündüm.Yeliz Şar'ın sahneleri bile oyunda olması gerektiği gibiydi amaa o son 10 dk’da ( izleyenler bilir) oyuna giren spiker rolündeki kıza takıldım kaldım. Kızın o 10 dk’ da söylediği tek şey “reytingler düşüyor’  ve oyun gereği bunlar kameramanla birlikte sahneye iç çamaşırlarıyla çıkıyorlar. Kameraman erkek. Üstünde de boxerla atlet var. Kız da sütyen ve külotla çıkıyor. E o kıza da bir astar giydirseydin, kameramanı atletle çıkarıyorsun, elbise astarı denen bişey var, hiç değilse kızcağız onu giyseydi üzerine.  Oyunda eleştirilen her şey aslında oyunda da vardı düşüncesi geldi beynime oturdu, o son 10 dk da. Bunun dışında, izlemeseydim ve kaçırsaydım gerçekten üzülürdüm. İyi ki gittim.

Ben Zaten Kraliyetten Geliyorum


   Benim zaten önceki hayatımda kraliyet ailesinden olduğumu sanmakla ilgili çoook ciddi kurgularım vardı. 18. Ve 19. Yy  da ki kralların, prenseslerin, prenslerin, düşeslerin, düklerin, lordların olduğu filmleri izlemek en büyük zevkim. Veeee nihayet bu yaz, tüm hevesimi alacam bunlardan.

   Hemen nedenini açıklayayım. Bu yaz hangi vitrine baksam uçuşan etekler, renkli kotlar, tüllü tüllü tshirtler, ipek gömlekler, elbiseler. Vallahi tam benlik oldu bu iş. Bunun neresinde krallık derseniz, e bütün vitrinlerde prenses tasarımları. Bu yy’ın prensesi tabi ki, kabarık etekler sıkışmış korseler giymiyor. Bkz: Cambridge Düşesi Kate. Neyse, ben de durum böyle olunca bu yazımın yıldızlarını seçtim. (şimdilik tabi ki) bir tanesi taaa yıllar öncesinde aldığım bir kere kuzenlerimin birinin ( epey fazlalar ) düğününde giydiğim sarı pileli eteğim. O zaman üzerine şık bişeyler giyerek bu eteği giymiştim. Bilmem kaç yıl önceydi. Düğün de kokteyl olunca, pek de güzel olmuştu ama daha sonra nerede giyicem ben bunu diyerek dolabın bekleme köşesinde yerini aldı, her yaz gelişinde ayy versem mi acaba birilerine desem de, kendisine bir türlü kıyıp da, gözden çıkaramadım. Gel zaman git zaman “Sim’e verim bari, o giyer” diyerek, sözde hediye ettim ammaaa bu yaz her yerin bu pilelilerle dolmasıyla benim eski göz ağrım bir gece herkes uyurken, aniden benim dolabıma yani yuvasına geri döndü. Sim bu durumu tabi ki hala farkında değil, bunu okuyunca farkedicek artık.

   Bir diğeri de görür görmez aldığım ve aldığımdan beri neredeyse üstüme yapışan turuncu kotum. Resimdekiyle aynı renk, vallahi onun fotosunu da çekmiştim ama pek kötü göründü gözüme, fotoyla haksızlık yapmayayım dedim kıymetlime. (şiir gibi oldu J) Zaten her yerde var bunlardan. Ben geçen yaz almadığıma çok pişman oldum, bu yaz fiyatları artık inanılmaz düşmüş, ve güzel görünüyor. Marka da açıklıyayım hadi en ucuzu stradivarius da ki. Ben bu markadan pek haz etmem ama yok parasına falan satıyorlar. Sanırsınız patron çıldırdı, fiyatları düşürdüler. Hatta anneme kaça aldığımı söylediğimde hemen gitti başka bir rengini kendisine almak için ama nafile, belli bir bedene kadar yapmışlar. Neyse üzülmeyin başka bir yerde buldu kendi bedenini.

    Yani bu yaz durumlar böyle, siz de içinizde benim gibi bir prenses olsun, düşes olsun, kraliçe olsun (artık kendinize uyan birini seçin) yaşatıyorsanız. Bu yazı iyi değerlendirin. Maazallah iki yıl sonra tekrar gotik moda olur ( en büyük korkum ) hevesiniz içinizde kalır.

18 Nisan 2012 Çarşamba

Extremely Loud and Incredibly Close


     New York Times’ın “Göz Kamaştırıcı fikirlerle dolu, zeka fışkıran bir roman” diyerek bahsettiği, daha sonra uyarlanarak yönetmenliğini Stephan Daldry’nin yaptığı, Tom Hanks ve Sandra Bullock’un oynadığı ve Türkçeye "Çok Gürültülü ve Çok Yakın" olarak çevrilen harika bir film.
    Neresinden başlasam da anlatsam bilemedim. Pazar öğleden sonramı,( evet hem de hava çok güzelken), bu filmi izleyerek geçirdim. Film, 9 yaşında ki Oskar’ın babasını 11 Eylül saldırılarında kaybetmesiyle ve daha sonra babasının ona öğrettiği ip uçlarından ve keşfetme azminden yola çıkarak şehirde bir anahtarın hangi kutuyu açtığını bulmaya çalıştığını anlatıyor. Ama ne anlatma, “babam ve oğlum”dan beri böyle zulüm görmedim ben, bu filmde ağlamayanın duyguları olduğundan şüphe duyarım, o derece. Film’de inanılmaz tesadüflere, 9 yaşında babasını kaybeden bir çocuğun çektiği acıya, babasıyla arasındaki bağı nasıl korumaya çalıştığına tanık oluyorsunuz. Bir de filmin sonunda “evet yaa, bu Amerikalılar da insan aslında; 11 Eylül’de yaşadıkları öyle böyle bir şey değildi.” diye bir düşünce oluyor aklınızda.
   Oscar’da filmin hakkı çok yenmiş. Bu yılki bir çok filmden her açıdan daha iyiydi bence. Çocuğun oyunculuğu inanılmazdı. Karşımda olsa, kollarımı açar “Oskar, gel tatlım, ikimiz doya doya ağlıyalım” derdim.
   Kalbimde yer eden cümle ise: "you can't love anything more than something you miss." Oldu, bir anda yanımda olmayan, olamayan (fani dünya, malum)  bütün özlediklerimi düşündürdü ve ne yazık ki oldukça gerçek. Hiç bir şeyi onlar kadar çok sevemiyorum.  
  İyi bir gününüzdeyseniz, sakın izlemeyin. Ha yok kötü bir gününüzdesiniz, şöyle bi ağlasanız açılıp rahatlayacaksınız, o zaman bu film, tam da o gün, sizin için, ummm ne derler ?- biçilmiş kaftan.

12 Nisan 2012 Perşembe

Muhteşem Lynchburg Tarifi


     Size harika bir kokteyl tarifi veriyorum bu gün, içimi inanılmaz rahat. Bu tarifi daha önce verecektim size ama araya başka konular girdi, neyse Perşembe de iyi bir gün, yarın malzemeleri alır, hafta sonuna yaparsınız. Geçen hafta sonu arkadaşlarımla Asmalıdaydım. Uzun zamandır Kem sağ olsun, “gel Lynchburg iç bayılıcaksın” diye diye başımın etini yedi. Bir de sürekli kendi aralarında konuşuyorlar Lynnchburg aşagı Lynchburg yukarı. E bir merak oldu tabi bende, çok merak etsem de tavrımı bozmadım ama “e bir içelim bari, hadi gelim” diyerek serinkanlı tavrımı korudum. İçince gerçekten inanılmaz sevdim. Üşenmedim tarifi sizin için aldım.
Malzemeler :
4 cl Jack Daniel’s Tennessee Whiskey ( Bildiğiniz Jack işte )
2 cl Triple Sec  ( Berrak renkli, portakal aromalı bir likör çeşidi, istediğiniz marka olur )  
 2 cl Sweet & Sour Mix ( Bu da kokteyller için kullanılan tatlı & ekşi karışım, tarifi: bir bardak suya bir kahve fincanlık yer bırakarak içine şeker atın, eritip karıştırın. Bir kahve fincanı da limon suyu ekleyin, atın dolaba bekletin. Kokteylinizi hazırlarken kullanırsınız. )
    Şimdi, öncelikle bu ölçüler normal bir su bardağından birazcık daha büyük, resimde ki gibi bir bardak için, evdeki bardaklardan gözünüze öyle görüneni ayarlarsınız artık ya da ölçüleri 1 cl arttırıp bira bardağında yapın.
Yapımı :
Bardağı buz ile dolduruyorsunuz. Bütün malzemeleri ekliyorsunuz. Gazoz ile tamamlayın. Tamamladınız mı, şimdi de bir kaşıkla hafif bir karıştırın, üstünü de bir iki tane limon dilimiyle süslersiniz, tamamdır. İşte size dünyanın en hafif içimli viski kokteyli. Afiyet olsun J  

PS: Lynchburg, Jask Daniel's ın fabrikasının olduğu kasabanın adıymış. Bu kısa bilgiyi de vermeden yapamadım.

11 Nisan 2012 Çarşamba

Ozan Akbaba Roportajının Bilinmeyenleri wuuuuuuwww

    Magazin Bulvarı’ yla köşe yazılarım konusunda ok leştikten sonra sitede ki ropörtaj bölümünü de benim yapabileceğimi söyledim. Kamil Bey sağolsun beni geri çevirmedi veeee ilk ropörtajımı arkadaşım Ozan Akbaba’yla yapmayı tercih ettim.
    Ozan da sağ olsun çok hastaydı aslında ama yine de beni kırmadı. Taksim de buluştuk. İnsanın arkadaşıyla röportaj yapması da vallahi bir başka rahatlık. Ha tanımadığıyla nasıl Seçil derseniz , onu henüz ben de bilemiyorum. İlerleyen günlerde size bundan da bahsederim
    İstiklal’de Ozan’la buluştuk. Oradan da O’nun bildiği ve sık sık gittiği belli olan ( çünkü garsonundan oturanına herkes Ozan’ı tanıyordu) Sadri Alışık sokağın oralarda bir yere gittik. Ama neresi olduğunu tam çıkartıp ta size tarif edebilmem mümkün değil.  Ozan zaten dünya iyisi ve tepeden tırnağa üzerinden mütevazilik akan birisi olduğu için, oradaki herkesle kanka olması beni hiç şaşırtmadı. Açıkçası ben soruları hazırlayıp bir profesyonel gibi gitmedim. Zaten bir profesyonel de değilim ama ilk sorumdan sonra, aklıma merak edilebilecek olan bütün sorular patır patır geldi, e hal böyle olunca da güle oynaya sohbet etmiş olduk aslında.  Sormak istediklerimi sorduktan sonra profesyonellerin nasıl röportaj yaptıkları konusunda Ozan’dan tüyoları da aldım. Sıra geldi fotoğraf çekimine; makinem yok, e fotoğrafçımla da gitmedim ( öyle bir fotoğrafçı yok çünkü ) kaldık benim bb’ye. Orada ki kızdan rica ettik, bi kaç fotoğrafımızı çekti. Allahım bu kadar mı tuhaf çıkılır, Ozan hasta olmasına rağmen adam her foto da iyi çıkıyor, benimse saçlarımda bir anormallik, bir şekilsizlik, yüzümde her seferinde tuhaf tuhaf ifadeler. Ama ahtım olsun bir daha röportaja gidersem saçımdan fönümü eksik etmicem. Acemilik oldu işte, daha da fönsüz röportaj yapmam.
    Aşağıda Ozan la ilgili bir youtube linki var, geri kalan her şey iseee www.magazinbulvari.com da hem de yarın  J
http://www.youtube.com/watch?v=XTi7SyeOhmA

10 Nisan 2012 Salı

Köşe Yazarı Gibi Bir Şey Oldum Ben

      Hayat çok pis dalga geçmeye başladı benimle, en son size Beyoğlu Dergisinde yazmaya başladığımı söylemiştim ya, hah işte o günden bu güne çok şey oldu.
      Son bir aydır aklımı paradoks bir hikaye bulmakla bozmuştum, “nasıl bi şey olabiliiiirr, acaba nasıl olabiliiiirrr” diye, e geceleri oturuyorum malum, düşünüyordum. Neyse aklımda şöyle böyle bir şeyler oluşturdum. İki hafta önce arkadaşım Kem’in bi arkadaşıyla tesadüfen tanıştım. Ne iş yaptığımızdan bahsederken bana senarist olduğunu söylemez mi , anında gözlerim parladı tabi bunu duyunca. Hemen “benim bir hikayem vardııı” diyerek anlatmaya başladım ve naranaraaam “aynı zamanda yönetmenim bunu kısa film yapalım, festivallere yollayalım” demez mi. “E oluuur yapalım” dedim tabi. Hafta içi konuşalım diyerek ayrıldık. Hafta içi buluştuğumuzda kısaca replikler hakkında konuşup kimlerin oynayacağını düşünmeye başladık. Erkek oyuncu belli Adnan Yiğit, zaten 3 kişi oynuyor, kadın oyuncu kim olacak derken ikinci bomba hazımısınız, ben olim bari dedim öylesine gülerek, e ben de seni düşünmüştüm zaten dedi. Tabi ben yapar mıyım yapamaz mıyım, orası muallak, “ama benim hiç böyle bir deneyimim yok” dediğimde senarist ve yönetmen Sefa Songür’ ün “olsun iki dakika anca görünüceksin” demesi de ayrı bir olaydı. Daha sonra Adnan'a telefonda “ado valla ben yapamam galiba ya” diye ağlıyordum ki, O da , “merak etme ben sana yardım ederim  halledersin” diyerek beni biraz yüreklendirdi. Bakalım nasıl olacak. Bilmediğim bir kamera korkum falan yoktur inşallah. Çekimler bu hafta biter bitmez, (tabi güzel çıkarsam) hemen blog da olacak zaten.
     Bu kadar mı sandınız, değil. Ben daha buna alışmaya çalışırken  arkadaşım Oki’nin bi arkadaşına benden bahsetmesi ve onun da benden magazin bulvarı na bahsetmesi ve onların benim yazılarımı okumalarıyla bir bomba daha patladı hayatımda. Magazin bulvarının sahibi Kamil Bey’ le görüştüm dün ve her şey şaka gibi gelişti. Cumartesi günleri sitede yayınlanmak üzere gittiğim tiyatrolardan, sergilerden filmlerden filan bahsetmemi istedi, yani bildiğiniz köşe yazarlığı işte. Kamil Bey 40 yıllık gazeteci olunca ben karşısında heyecan dan düşüp bayılıcam sandım bir an ama O, hiçbir böbürlenme olmadan, bi abi gibi  gayet teşvik edici ve içinde yapıcı eleştiriler barındıran bir konuşma yaptı. Bu arada çok iyi bir kadrolaşma var magazin bulvarında. Aralarında tek amatör benim, böyle de ezik bir durum varda ama her şey bu kadar yolundayken bunu hiiiç dert edemicem. Cumartesileri zaten blogda yazmıyordum, artık cumartesi yazılarımı www.magazinbulvari.com  da okursunuz.J
     Ha bir de bütün bu olan bitene Sim’in yaptığı bir yorum var ki beni benden aldı. “başarı havuç gibi Seçil”  havuç derken demiş olabilirsiniz şu an, ben de dedim. Reklamcı deyimiymiş, tavşana verilen havuç anlamında yedikçe bir sonraki havuca koşuyor tavşancık. Ben benim önümdekinin çikolatalı cheesecake olduğunu düşünmeyi tercih ettim.
    Bundan yaklaşık iki ay önce bir olaya o kadar çok üzülmüştüm ki, dibe vurduğumu sanmıştım, hem de ne vuruş, çakılmak gibi. Şimdi anlıyorum, meğer Allah bana, senin için başka planlarım var demek istemiş, ben anlayamamışım. İşte ben de durumlar böyle, hani aşık olursunuz ilk 3-5 gün deli gibi bir gülümseme olur ya yüzünüzde ben de aynı o durumdayım işte, bu olanları düşündükçe yüzümde şapşal gülümsememle ortalıkta dolanıp olanı biteni anlamaya çalışıyorum J

9 Nisan 2012 Pazartesi

Sen Kimsin


     Geçen hafta sinemaların  kan ağladığını düşünmüştüm ama ağlamamış, gişeler fena değilmiş fakat bence İzleyecek doğru dürüst film yoktu. Bir arkadaşımın ısrarıyla yönetmenliğini Ozan Açıktan’ın yaptığı Tolga Çevik, Toprak Sergen, Köksal Engür, Pelin Körmükçü ve Zeynep Özder’in oynadığı  “sen kimsin”i izlemeye karar verdik.
     Film hakkında ki yorumları önceden okumama rağmen, sinemada Türk yabancı ayrımı yapmayan ben, oyuncuların da iyi olduğunu düşünerek önyargılı olmadan izlemeye karar verdim. Filmde dedektif olan Tolga Çevik ve emekli trafik polisi Köksal Engür kayıp bir kızın peşine düşüyorlar ve olaylar gelişiyor. Film için birçok kişi pembe panter+komedi dükkanı eleştirisini yapmıştı. Buna bir ekleme de ben yapıyorum. Benim için bu film pembe panter+komedi dükkanı+çöpçüler kralı. Bu kadar kötü bir senaryo yu gerçekten beklemiyordum. Ben İvedikleri de gördük daha neler göreceğiz derken şaka gibi bir kurgulamayla “sen kimsin”i izledim. Senaristler Ozan Açıktan, Tolga Çevik ve Levent Pala, bundan sonra Ozan açıktan yönetmenlik yapsın ve Tolga Çevik oynasın, bıraksınlar senaryoyu başkaları yazsın.
    Mizah hiç hafife alınmaması gereken bir konu, özellikle sinemada. Recep İvedik gibi bir adamın bu ülkede pirim yapması bütün kötü mizahların tutacağı anlamına gelmez, ki onda bile arada geçen zeki espriler vardı.  Şapşallık Kemal Sunal’ da çok komikti, ama o filmlerde bile ince bir mesaj vardı.  Seyircinin zekasını hafife alarak ucuz esprilerle, sinema filmi yapma zamanının bu ülkede artık bittiğini düşünüyorum, salonun bomboş olması da bu düşüncemin en büyük ispatı. Televizyonda sizi beğenen kitlelere istediğiniz gibi ulaşabilirsiniz ama sinema işin içinde olduğu zaman hiç değilse yaptığınız yatırım için daha özel daha güzel filmler ortaya çıkarmaya çalışın.


5 Nisan 2012 Perşembe

80 Mektup

 
   Dün laptopım arızalanınca, yapılırken madem bekliyorum festival filmlerinden birini izliyeyim vakit geçsin dedim. Hani size gideceğim filmleri yazmıştım ya, boş vaktim var nasılsa, ne çıkarsa bahtıma artık dedim, demez olaydım.

    80 Mektup vardı, film 25 yıl öncesinin Çekoslavakya' sında geçiyor. Konusu; kocası İngiltere' de olan ve onun yanına gitmek isteyen bir anneyle oğlunun bir günü ama filmi çocuğun gözünden görüyorsunuz. Çocuğun bakış açısını yansıtmaya çalışmışlar. Mesela, anne evrakları hazırlarken çocuk onu bekliyor, biz de çocukla birlikte bekliyoruz. Sonra anne geliyor, bir yerlere yürüyorlar, anne yine çocuğa bekle diyerek gidiyor, biz yine çocukla bekleyip gelene geçene bakıyoruz. Otobüste gidiyorlar, camdan yola bakıyoruz çocukla birlikte ama ne bakma vallahi o yol beni tuttu. Bir de ses olayını nasıl abartmışlar; yürürlerken sadece ayak sesi duyuyoruz, kadın kocasına mektup yazarken sadece kalemin kağıt üzerinde çıkardığı sesi duyuyoruz.

   Film yönetmenin hayatından biyografik özellikler taşıyormuş. Nasıl sıkıldım, nasıl sıkıldııım anlatamam. 75 dakikalık zaman kaybıydı benim için. Vaktim olduğu için sonuna kadar kaldım, belki sonunda bir şey olur dedim ama yok, hiç bir şey olmadı. Salonun yarısı dayanamadı sonuna kadar.

   Bir de o çocuk, kahvaltı yapmadan akşama kadar annesiyle aç miiraç dolaştı. Annesi de " gel şurdan bir şey alalım, yolda yersin" filan demedi. İşte bu bana çok dokundu.

4 Nisan 2012 Çarşamba

İstanbul Kitapçısı


   Beyoğlu dergisinde tanıtacağım kitapları bulmak için, tavsiye üzerine buraya gittim. Eski yerlerinde değillermiş, aradim filan bulmak zor oldu, oysa gözümün önündeymiş, İstiklal' de giderken Odakule' yi geçince hemen sağda.

   Büyükşehir Belediyesi' nin Kültür ve Sanat kolu olan Kültür AŞ.' ye ait İstanbul hakkinda yayinlanmiş kitaplarin satiş mekani. Kadiköy vapur iskelesinde de bir şubeleri varmiş ama ben orayi bilmiyorum.

   Buraya gelmeden önce bu kadar çok kaynaği birarada bulabileceğimi hayatta tahmin etmezdim. İstanbul' la ilgili birçok şeyi burada bulabilirsiniz. İstanbul, tarih, müzik, fotoğraf, klasik Türk müziği, eski film cd leri , İstanbul' un semtleri, semtlerin eski halleri, hikayeleri gibi ilgi alanlariniz varsa burasi mabediniz olmaya aday.  Raflarin ve mecmuaların arasinda kaybolabilirsiniz. Fiyatlar oldukça uygundu, ayrica eminim burada bulabileceğiniz bir çok şeyi D&R larda Remzi Kitapevlerinde bulmaniz çok zor, hadi şansiniz vardi buldunuz, bu fiyata bulamazsiniz.

     İstanbul fotoğrafli not defterleri vardi, ben hemen bayilarak iki üç tane aldim. Bir kaç tane de Beyoğluyla ilgili kitap seçtim, önümüzde ki ay dergide okursunuz :)

   İstiklal' e gittiğinizde bi uğrayin bence.

3 Nisan 2012 Salı

Rafa Kalkmayan Arkadaşlar

   Bende var bunlardan  üç dört kadar. Genel olarak Ege Bölgesinde çoğunlukla da Denizli' de ikamet ediyorlar. Bir tane de Samsun' da var ( O üni' den araya karıştı.)

   Hiçbir zaman gözden çıkaramadıklarım olurlar kendileri. Koca koca aylar görüşemeskte, araya zibilyon tane gereksiz meşguliyetler girse de görüştüğümüzde kaldığım yerden devam ettiklerim. Hepsiyle telefonda konuşma periyodum farklı, kimisiyle iki günde bir ( üç gün sesini duymasam ölürüm çünkü ), kimisiyle ayda, kimisiyle üç ayda bir. Beni en iyi bilenler, benim en iyi bildiklerim. Ne söylersem söyleyeyim alınmayanlar, ne söyleseler benim, " O söylediyse bir şey vardır" dediklerim. Başıma iyi bir şey geldiğinde " bunun tadı en güzel onunla çıkar " diyerek telefona sarılıp " kızıımm, bombayı dinle şimdi " diyerek konuya başlayıp, direkt anlatmaya başladıklarım. Bir de üzüldüğüm zamanlarda arayıp, " siz yanımda olsaydınız, ben buna bu kadar üzülmezdim " diyerek vicdan azabı çektirdiklerim.

    Geçen hafta iki tanesi buradaydı. Her ne kadar görüşmemiz saatlerle sınırlı kalmak zorunda olduysa da bir gün önce görüşmüşüz gibi  ( eski arkadaşlar arasında böyle bir güç var ) eee, nerde kalmıştık havasındaydık. Ben geldiğinizde değil de, gittiğinizde daha çok anlıyorum ne kadar özlediğimi.

   İyi ki varsınız, iyi ki sık sık İstanbul' a gelmek zorunda kalıyorsunuz, sizi anneleriniz benim için doğurmuş. Öptüm tatlım.

2 Nisan 2012 Pazartesi

Patron Sepeti, Buyurmazmısınız


     Arkadaşlarımın patronlarından, Sim' in patronundan, patron olan arkadaşlarımdan ve benim eski patronlarımdan yola çıkarak hazırladığım çok seçmeli patronlar ve türevleri, buyrunuz.

1- Bitirim patronlar: Genelde boyları 1.60 civarındadır. Çevik hareketleriyle, ordan oraya gitmeleriyle göz yorgunluğu yaratırlar, hızlı konuşurlar, durdukları yerde duramazlar, sizden çok çalışırlar. Seçilesi patronlardır. Tek sıkıntıları söyledikleri iş hemen bitsin isterler. İkide bir sorarlar.

2- Doğuştan Patronlar: Bunlar doğduklarında patron olarak doğmuşlardır. Dededen babaya, babadan oğula geçen patron saltanatları vardır. Yaşlıları Hulusi Kentmen kıvamındadır. Oturur derdinizi anlatırsınız, baba gibi yardımcı olur, haksızlığa gelemez. Genç olanları kendi aralarında ikiye ayrılır.

    a) Sıfır ego yaşarlar. Hep birlikte sinemaya, yemeğe gidebilir, youtube da izlediğiniz komik videolardan, dizilerden bahsedebilirsiniz, hep birlikte çalışanız mantığındadır. İşten çıkarken size " akşam biz şu taraftayız, o tarafa gelirseniz arayın" deme olasılığı yüksektir. Eğlencelidirler. Onlarla çalışmak zevklidir.
   b) İşte bunlar tehlikeli olanlar. Genelde aptal olurlar, kesin bi yurt dışına gidip gelmişlikleri vardır ama okulu bitirip bitirmediği hep bir muammadır. Kimse bilmez. Genelde teknoloji manyağı olurlar. PC nin, telefonun son modeli herkesten önce ondadır. Odası showroom gibi döşenmiş olabilir. Aptal olduğu için kendi fikrinden başka hiçbir fikre inanmaz. Hafif alaycı bir tavırla, sizi dinliyor gibi yaparken, pc de solitaire oynama ihtimali çok yüksektir. Koşarak uzaklaşın.

3- Sonradan patronlar: Bu türler çok çalışarak mutasyon geçirip patron olanlardır. İşten başka bir hayatı yoktur. Sizden de öyle olmanızı bekler. Gece 12' de sizi arayıp, ertesi gün sabah 8 de ki toplantı için yeni bir rapor hazırlamanızı filan isteyebilir. Bir süre sonra günde 18 saat çalıştığınızı fark edersiniz. Ama bunlar sonradan patronlar yani zekiler. Bunu fark ettiğiniz ve tam isyaaan diyeceğiniz anda ufak bir zamla ve küçük bir maaş ikramiyesiyle sizi sustururlar. Bunlarla susmadıysanız, bir yıl sonraya terfi sözü verip, "çok yoruluyorsun farkındayım, hadi bugün eve erken git " diyerek yine işin içinden çıkarlar. En sevdikleri şey, az eleman çalıştırmaktır. Arkanıza bakmadan çıkın gidin.

4- Yancı patronlar: Bunlar az hisseli sonradan ortaklardır. Ama kraldan çok kralcı olurlar. Kendisini işin tek sahibi sandığı gibi sizi de onun sahibi sanabilir, o şirketi çalışarak kurmadığı ve sonradan ortak olduğu için, pek işe dahil olamazlar, onlar da elemanlarla uğraşmayı kendilerine iş edinirler. Düğününüze gelse takı takmaz, geldim şereflendirdim der. Öyle fenadırlar.

     Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Seçin, alın, beğenin. Beğenmediğin iştemisiniz; o size " ben seni hak etmiyorum, sen bana fazlasın" diyerek tazminatınızı vermeyeceğine göre, siz ona " Biz ayrı dünyaların insanlarıyız, sen uzaylısın " diyerek gayet bombastik bir çıkış yapabilirsiniz.