31 Mayıs 2012 Perşembe

Nişantaşı - Bağdat Caddesi


Ben Nişantaşında oturuyorum fakaat bir çok arkadaşım da Caddebostan da. Bu sebeple sık sık karşıya gidip gelmek durumundayım. Dün akşam da karşıdaydım. Önce sahilde, sonra Cadde de. İki yer arasında ki en temel farkları ve benzerlikleri yazmaya karar verdim.

    1)      En temel farkı 15 km civarındadır.

    2)       Bağdat Caddesi geniş kaldırımları ve yollarıyla Amerkanvari bi hava estirir. Nişantaşı ise dar sokakları ve oturanları sebebiyle eski İstanbul’un bir yüzünü temsil eder.

    3)      Nişantaşı acelecidir, Bağdat Caddesi telaşsız ve dingindir.

4)      Nişantaşı daha bir kozmopolittir.

5)      Birisi semt ismidir, diğeri Cadde

     6)      Farklı kıtalarda yer alırlar.

     7)      Nişantaşı hep vardı, Bağdat Caddesi sonradan oldu.

     8)      Nişantaşında karşıdan karşıya geçerken bir ferrari tarafından ezilme riskiniz Bağdat Caddesine oranla çok daha azdır.

9)      Bağdat Caddesinde Pazar günleri iğne atsan yere düşmez bir kalabalık varken, Nişantaşı oldukça sakindir.

10)  Nişantaşında kaldırımda dört kişi yanyana yürüyemezsin, Bağdat Caddesinde bu mümkün.

11)  Bağdat Caddesi daha bir yazlık, nişantaşı ise kışlık gibidir.

 Şimdilik aklıma gelenler bu kadar, ama aklıma geldikçe maddeleri arttırmaya devam ederim. Yazı devam ediyor …

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Samsung Bob Sinclar konseri


Samsung yeni telefonunu tanıtmak için harika bir organizasyon yapmış. Dünyanın en ünlü iki dj ini Bob Sinclar ve Avicii yi Türkiye ye getirerek, sokak partisi organiza etmiş. Bi stant açmış, orada da stant mankenleri gelenlere telefonu tanıtıyor. Harika bir reklam. Telefonun işlevselliğiyle konseri birleştirmiş. Dj’in arkasında ki dev ekranda “dahanelergöreceğiz” diyerek başlayan tweetleri yayımladılar.  Çok zekice buldum.

Ben Nişantaşında Bob Sinclar’a gittim. Avicii ise karşıda Caddebostan daydı. Her şey çok güzel başladı. Bob Sinclar zaten cool cool takılayım havasında bir adam değil, anında frekansı yakaladı.  Biz de kalabalıktık. Herkes birbirine söylemiş. Aşağı yukarı 10 kişi falan olduk.  “Ooo eğleniyoruz, ne güzel Bob Sinclar gelmiş, sokak partisi hem de” derken, Atölye isimli organizasyon grubu, adamın gözünün içine girerek fotoğrafını çekmeye başladı ve bitiremedi, bir süre sonra Bob Sinclar rahatsız olduğunu söyledi ama yok aynen devam ettiler. Bu kadarla kalmadı tabi ki. Kimin dağıttığını bilmiyorum, ışıklı çubuklar dağıttılar ( başka bir adı da olabilir, bu ismi ben uydurdum), o ışıklı çubukları sahneye atanlar oldu. Bir süre sonra da Bob Sinclar gitti. Ve olan tabi ki yine bizim gibi, sadece eğlenmeye gelenlere oldu.

 Hayır anlamıyorum ya, o zamazingoyu sahneye attığında eline ne geçiyor, senin annen baban hiç mi bir şey öğretmediler sana, onu atarken aklından geçen nedir “oooo çok eğleniyolar burda, dur ben şunları sahneye atayım da, eğlencelerini bi bozayım şunların, zaten müziği de anlamıyom” mu diyorsun. Allah zeka versin. Eğitim şart.

Caddebostan da böyle bir şey olmamış duyduğum kadarıyla. Karşıdakiler gayet güzel eğlenmişler. Bir de buradan rica ediyorum Mustafa Sarıgül’e. Lütfen sokak partisi olacağı zamanlarda Beymen’in üstündeki sokağı maçkaya kadar kapatın. Önümüzden bir tır geçmedi desem yeridir.

Bunların dışında gayet güzeldi. Se’nin bir arkadaşı var Öz, gayet de alakasızız. Arkadaşlığımız arada karşılaşmamız ve sadece birbirimize “merhaba” deme düzeyinde. Face de bile ekli değiliz yani o kadar.Bana blogunu takip ediyorum Seçil, bunu da yazacak mısın dedi. Se’nin benim yazılarımı toplasan çıkarsan iki kere paylaştığını düşününce; birden çok şaşırdım ve birden çok mutlu oldum. Teşekkür ederim Öz. Sayende, bir kere okuyarak, paylaşılmasa da blogumu takip eden insanlar olduğunu anladım J

Bir diğer olay da, GS TV’nin en ünlü spikeri Can Erbesler le tanışmam oldu. Kem’in çok yakın arkadaşı. Uzun zamandır Kem bahsediyordu, Bob Sinclar da tanıştık. Veee blog için röportaj sözü aldım. Egelilerin bir anda iletişim kurabilmelerine ve bir anda arkadaş olabilmelerine bayılıyorum. Röportaj, pek yakında, burada. J

29 Mayıs 2012 Salı

Limon Kafalı


İstanbul bizim olmuş iyi olmuş, çok da super olmuş ama asıl ilginç olan konu Fatih de ki deli cesareti. Sen daha 21 yaşında toy bir delikanlısın. Kalk sen, yaşına bakmadan “ ya İstanbul beni alır, ya da ben O’nu” de. Bak bak bak. Hayır anlamadığım, bu nasıl bir özgüven sevgili padişahım. Annen seni padişah olasın diye mi doğurmuş. Tamam sen sultansın, koca padişahsın, astığın astık, kestiğin kestik de hiç mi korkmadın, “ya yapamazsam, azıcık daha büyüyeyim, sonra bakarız” demedin. Sen de ki kafa neyin kafasıydı.

Yıllar önce, taaa ben üniversitedeyken, işletme dersi hocamız şiir yazmıştı öğrencilerine. İki mısrası şu şekildeydi. “Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşta, nerede gezer sendeki bu kafa, limon kafalı.” Adam öyle içten, öyle inanarak söyledi ki bu şiirini sınıfta, sanırsın savaşa çıkıcak askerleriz, bize gaz veriyor. O zaman bi dank etmişti bana. “Hakketen ya” demiştim. “Adam, benim yaşımda İstanbul’u fethetti. Ben buralarda, bu koca kafalının gözümün içine baka baka limon kafalı demesini dinliyorum.” “E dank etti de ne oldu Seçil?” dersen, hiçbir şey tabi ki. O dersten kaldım, oysa kalmasam neler yapardım. Sonra öğretilmiş çaresizliğime inandım. O ara “bu ülkede bir şey yapacaksan, padişah olacaksın” diyerek tümden vazgeçmiş de olabilirim. Emin değilim. Bunu yazarak işletme dersi hocamı, vaz geçmemden sorumlu tutarak, hayattan bir kere daha sıyrılma peşindeyim.

Ama ben O’nun yaptığını yapmicam. Gençler lafım size diyerek olaya giriş yapıyorum şu an. İlk defa gençlere bir şey yazıyorum çok heyecanlı. Siz limon kafalı değilsiniz, Fatih yaptıysa siz de yaparsınız. Yürüyün be, haydi bre. Yalnız yürümeden önce nereyi fethedeceğinizi, 200 bin asker konusunu falan iyice planlayın, yarı yolda “nereye gidiyorduk abi biz yaa, asker nerde, silah nerde, silah nerde, asker nerde” demeyin.

PS: Fark ettiyseniz Fatih’in beyaz tenli, ecnebi kadınlara olan düşkünlüğünü, ve kardeş katili mevzularını hiç dillendirmedim. İyi yönlerini örnek alalım dedim.

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Yeğen Sevgisi


Haziran’ın başında Denizli ye gidiyorum. Şimdiden bir heyecan bastı ki sormayın.aşağı yukarı bir yıl oldu gitmeyeli. Nasıl özledim nasıl özledim anlatamam.

Asıl konu benim Denizliye olan özlemim değil tabi ki. Asıl konu; benim yandan yeğenlerim. Kuzenlerimin bıcırık çocukları. Bu bıcırıklardan iki tanesi Denizli de. Onlar benim nasıl yandan yeğenimse, ben de onların yandan halaları oluyorum.

Ben küçükken dayımlar İstanbul’dan Denizliye gelirlerdi. Her gelişlerinde de bizi hediyelere boğarlardı. Ne sevinirdim onlar gelirken. Yılda bir kere bile gelseler bilirdim ki beni düşünecekler gelmeden önce, benim için alış veriş yapacaklar, beni düşünerek bana bir şeyler alacaklar. E durum böyle olunca dört gözle gelmelerini beklerdim. Annem “dayınlar geliyorlarmış” dediğinde, ev, Sim le benim sevinç çığlıklarımızla inlerdi. Ben büyüklerimden böyle gördüğüm için, “kendi üzerime düşeni yapayım” diyerek, uzakta yaşayıp, yılda bir kere görülen  hala olmanın birinci görevi, yani hediye seçimi için çocuk giyim dükkanlarının altını üstüne getirmeye  karar verdim.

Pın da bir arkadaşının oğluna hediye alacakmış. Benim hediyelerim kızlara. Buluştuk Cevahir de. Avare avare gezmek için değil de, belli bir amaç için bir araya geldiğimizi düşünerek daldık dükkanların çocuk kıyafeti satan bölümlerine. Daha önceden hiç bu kadar ince eleyip de sık dokumamıştım bu konuyu. Neler yapmışlar neler. O kadar güzel şortlar, tshirtler, elbiseler var ki kız çocuklar için, “bu tshirtün benzerinden kendime bulsam ne güzel olur, ay ben de kendime böyle bir şort alayım” diye düşünürken buldum kendimi. Sonra birden irkilip tekrar amacıma yöneldim.

Amacım doğrultusunda işlemi başarıyla tamamladım. “you have to visit my blog” yazan pembe bir tshirt (hehehhe, kendime o yazıdan pay çıkarmasam ölürdüm, aynısından bende de olsa super olurdu.), bir şort ve bir elbiseyle alışverişimi tamamladım. Sonuç ise bende olduğu gibi olacak. Yılda bir kere görülen ama hep çok sevilen, cici kıyafetler alan biricik halaları olucam. Ve buradan söylüyorum, lafım amcalarına, hiç biriniz halaları kadar sevilemeyeceksiniz. 

PS: Yıllar sonra bunu okuyup, halamız biz daha mini minicikken blogunda bizden bahsetmiş diyerek ayrıca sevinecekler. Ve o an ben hem güzel hediyeler alan hem de yazılarında onlardan bahseden biricik halaları olarak zirveye oturucam. En çok ben sevilicem beeeen J

Denizler Kitabevi


İstiklal’den Şişhane’ye doğru ilerlerken Terkos Pasajı’nın tam karşısında Denizler Kitabevi’ni görüyorsunuz.

Dış görünüşüyle bile sizi büyüleyebilecek bir yer. Cadde kalabalığından, içeriye adımınızı attığınız anda bir anda içiniz huzurla doluyor. Zamanda yolculuk yapmışsınız da başka bir boyuta gitmişsiniz gibi bir his kaplıyor içinizi.

Sahibi kaptan olan Turgay Erol. Denizlerle ilgili kitapların satıldığı bu eşsiz mekanın yaratıcısı. Hem kendi bastığı kitapları, hem de eski, yeni, yabancı bütün denizcilik kitaplarını burada bulabilirsiniz. Sadece kitap değil, haritalar, hediyelik eşyalar ve çok özel koleksiyonlar var. Ellerinde ki bazı parçalar o kadar değerli ki, dokunmak bile sizi bambaşka alemlere sürükleyebilir.

Beni benden alan parçaları ise haritalar. İşin en masalsı tarafı burası bence. Eski ucu yırtık, sarı kağıtta bir harita düşünün ve haritaya baktıkça hayal alemlerinde gezin de gezin. Ben genelde hazine avına çıkan, iyi kalpli korsan olduğumu hayal ediyorum.

Çok eski olmasa da, Beyoğlu’na çok yakışan buram buram tarih, deniz, yosun ve kitap kokan, bibliyoman tapınağı, koleksiyoncuların mabedi olan bu yere hiçbir şey almasanız da mutlaka bir gün uğrayın.

PS: Bibliyoman: hastalık derecesinde kitap düşkünü olan.  

24 Mayıs 2012 Perşembe

Yunan'ın Deve İnadı


Yunanistan  vizeyi kaldırdı yazısını gördüğümde, bir an Yunanistan'a vize kalktı sandım, sonra sadece adalaraymış dedim, sonra sadece Doğu Ege adalarıymış dedim.

Yani bu Yunan battı, çöktü, dibin dibine vurdu. Yine de adamlar inatlarından vazgeçmiyorlar. Düşmanlıkları bitemedi. Hayır üç kuruşa muhtaçsın, koskoca ülkesin batıyorsun, “adalarını sat” diyip dalga geçiyor seninle Almanya, sen hala neyin peşindesin. Komşu ülkene iki adada vizeyi kaldırıyorsun, o adalara da gitmeseniz olur. Kayıp değil.

Aklı mı yetmiyor diye düşünmeden edemiyorum. Halbuki kaldırsa vizeleri, “Yunanistan’a gittik, balık yedik geldik hahahaaayy” diyerek, ger ger gerinecek onlarca insan tanıyorum ben. Deli gibi reklamınız da olurdu, facebook da herkes cheek in lerde “at Greece” yapardı. Bilmiyorsunuz işi. Bir düşünün, kaç yurdum delikanlısı ne hayallerle oralara gelecekti. Yunan kızları için kaç yüz tane tabak kıracaklardı. Ortam yabancı olduğu için kavga çıkarmaları da söz konusu değildi. Orada çevre edinirlerdi, bütün Türklerle kanka olur, burada “benim arkadaş var mykonos’da barman” gibi cümlelerle de bütün kış reklamınızı yapmaya devam ederlerdi. Tek bir kötü tarafı olurdu bu işin, müzelerinizin duvarlarında, şampiyon FB, aslan cim bom, en büyük BJK yazılarını görmeniz, yaz sonunda biraz canınızı sıkabilirdi. Bunun dışında çok da iyi gelir elde ederdiniz,bi rahat nefes alırdınız. Kazandığı üç kuruşu “Yunanistan’a gittim” demek için oralarda yiyecek çok insan var burda.

Batmana şaşırmıyorum Yunanistan. Anladık burnun yere düşse eğilip almayacaksın da, bu ülkeden sana çok ekmek var. Aklını başına topla.

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Jane Eyre


Charlotte Bronte’nin kitabından uyarlanarak yapılan bu film 2011 yapımı. Oyuncular; Mia Wasikowska, Michael Fassbender, Judi Dench.

 Konusu ise, 10 yaşında öksüz kalan jane halasıyla yaşıyor ama yengesiyle de olabilir. Orayı tam kestiremedim malum onlarda hepsi aunt olarak geçiyor. Fakat yenge külkedisinin üvey annesinden farksız. Alıyor jane’i, rahibi de ayarlıyor. Fakir kızların gittiği, eli maşalı öğretmenlerin sopalarıyla dört döndüğü yatılı bir okula gönderiyor. 10 yıl ya geçiyor ya geçmiyor aradan jane öğretmen olarak yakışıklı ve zengin Edward Rochester’ın malikanesine yerleşiyor. Kızının özel öğretmeni. Gel zaman git zaman Edward’la aralarında bir aşk başlıyor ama şato da yaşayan bir de deli var, Edward’ın karısı. Nikah masasında Jane bunu öğreniyor. Tam yüzü güldü kızın derken, yine üzülüyorsunuz. Bu kadar değil tabi ki ama hepsini anlatmak istemiyorum.

Ben romanını okumadım ama okuyan çok yakın bir arkadaşımdan duyduğum kadarıyla; kitap da şatonun delisine çok daha fazla yer verilirken, filmde olayın romantik boyutu daha çok ele alınmış; romanda Jane Eyre’nin kendisini Thornfield’a ait hissetmesi en önemli ayrıntılardan biriymiş ama filmde öyle bir şey yoktu. Kitabın bir de feminist bir tarafı var. 1800 ler in ilk yarısında yazılmış. O zamanlarda ki bir kadının tek başına var olabilme mücadelesini anlatıyor. o yıllarda yazılan bir hikaye olmasından sanırım Jane karakterinde de yazarda ki cesareti görebiliyorsunuz.

Benim gibi, 17 inci, 18 inci yy’larda geçen hikayelere bayılıyorsanız, izlemenizi tavsiye ederim. Ama kostümler konusunda çok hevesli olmayın, beklediğiniz şaşalılığı bulamıyorsunuz.

22 Mayıs 2012 Salı

Gözleme, Hamur İşlerinin Prensesidir


Dün öğle yemeğinde The House Cafe de bir arkadaşımla buluştum. Onun için öğle yemeği, benim için kahvaltıydı. Evden alelacele çıkınca, hiçbir şey yiyemeden gittim ve haliyle menüde ki kahvaltılıklara baktım. Birden gözüme ilişen ve bana göz kırpan yiyecek gözleme oldu.

 Sipariş verdik, geldi. Çok da güzel olmuş ama neeerdeee tatile giderken, yollarda tabelasını görerek durduğunuz gözlemeciler, nerede bunlar.

Benim için yaz demek, tatil demek, bir anlamda da yollarda gözlemecilerde durup gözleme yiyerek yayık ayran içmek demek. Bunu yapmasam, tatil yarım kalır sanki. Hani yaklaşık bir saat falan kalmıştır gideceğiniz yere, patır patır gözlemeciler çıkmaya başlar karşınıza. Arkadaş grubunuzla gidiyorsanız, içlerinden birisinin bildiği yol üstünde, çok güzel bir gözlemeci kesin vardır. Evet, o her şeyi bilen arkadaşınız. Neyse gittiniz, bir yerde durdunuz. Herkes ne söyleyeceğini önceden bilir, çünkü herkesin bir gözleme yiyişi vardır. Ben şahsen ıspanaklı peynirli tercih ederim. Bizim sim bayılır patateslisine. Karakter testi yapsan gözleme sevme üzerinden kesin tutar. Bak ben bununla ilgili bir yazı yazabilirim daha sonra. Gerçi son zamanlarda nutellalı, pudingli, reçelli gözleme de çıkardılar ama, ben her zaman yöresel lezzetlerden yanayım. Karakter testi yapsam, bunları yiyenlerden direk uzak durun derdim. Ağzının tadını bilmez.

Hamur işlerinin prensesidir bence gözleme. Kulak memesi kıvamında ki hamurun incecik açılmasıyla, bir prensesin zerafetinden izler taşır. Aynı zamanda her öğün yenebilir. Sabah kahvaltısı, öğle yemeği, akşam yemeği. Hiç fark etmez, her seferinde lezzetiyle midenize bayram ettirir. Yaz geldi, bol bol yersiniz. Ben gözlemeye girişi yaptım. Afiyet olsun.

PS: Canınız istedi şimdi biliyorum, ben o yüzden yedikten sonra yazdım : )))

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Facebook Sevgililieri


   Herkesin facebook arkadaş listesinde bunlardan vardır. Facebook onlardan ve aşklarından ibaretmiş, orada dünya bunlar için dönüyormuş gibi davranırlar. İsimleri, atıyorum, Ali’yle Ayşe olsun. Aliyle Ayşe birbirlerinin paylaşımlarını beğenmek için yaşarlar. Ali bir resim paylaşır mesela, resmi gördüğünüz anda 1 beğeni de görürsünüz ki o beğeni şüphesiz Ayşedendir. Ayşe bir parça paylaşır, daha bismillah demeden Ali onu sizden önce görüp beğenmiştir. İlişki durumlarının ne olduğunu söylememe bile gerek yok, ilişkilerinin başladığı dakika durumlarını değiştirdiler zaten. Profilleri “aşkım seni çok seviyorum” temalıdır. Bazıları Mustafa Ceceli parçalarıyla bu profili güçlendirir.

   Sadece bu kadarla kalsa iyi, bu ergen zihniyetler her dakika beraber yedikleri, içtikleri, gezdikleri bütün fotoları gözünüze soktukları gibi, instagram ı keşfettiklerinden beri ellerinin, kalpli cappuchinoların, bulutların, dövmelerinin, iki kuşun, börtünün, böceğin ve daha aklıma gelmeyen zibilyon tane saçma sapan şeyin fotosunu da çekerek birbirlerine anlam yüklediler.

   Daha bitmedi, beterin beteri şimdi geliyor. Asıl kopma noktası fotolarına karşılıklı yaptıkları yorumlar, ki beni benden alan bölüm burasıdır. Mesela Ayşe öğle yemeğinde pide yedi. Fotosunu çekti, paylaştı. Anında beğeni geldi zaten Ali’den, onu geçiyorum. Hemen altında yorum Ali’den “benim için de ye”, Ayşe vakit kaybeder mi, kaybetmez anında Ali’nin yorumunu beğenip, altına yorumunu yaptı “yemez miyim”, sonra Ali “ benim ki karışık olsun”, Ayşe “söyledim aşkım geliyooo” gibi. Kazara siz en başa “ooo afiyet olsun” gibi bir şey yazdıysanız, yandınız. Anında notification da “ayşe bir yorum yaptı, üzerine ali yorum yaptı, ayşe ali’nin yorumunu beğendi, ayşe tekrar yorum yaptı” ları gördüğünüzle kalmaz, içinizde oluşan vıcık vıcık bir duyguyla birlikte, paylaşımda ki dışlanan üçüncü kişi olarak kalakalırsınız.

   Ben en sonunda, bunların çekim gücüyle bir araya geldiklerini düşündüm. Birisi bir gün “sevgilim olsa da facebook ta dünya aleme duyursam” derken, diğeri de “bir sevgilim olsa da face’de fotolarımı paylaşsam eski sevgilimi çatlatsam” diyordu. Kader bu ikisini bir araya getirdi. Bu kafa neyin kafasıysa, güle güle kullansınlar. Ne diyelim.

20 Mayıs 2012 Pazar

Mark Zuckerberg de Evlendi


Para bazı insanları bozmuyormuş. Mark bunun kanlı canlı örneği oldu bu güne bugün. Adam ne yaptı, o kadar paranın içinde yüzerken, dokuz yıldır birlikte olduğu çinli sevgilisiyle evlendi. “sosyal ağ” ı izlediğimde zekasına hayran olduğum Mark’ın dünya görüşüne de hayran oldum. Şöyle bir düşünüldüğünde, bu adam sonradan görme mi ? , - evet sonradan görme. Facebook dan önce ortalama standartlarda yaşayan amerikalı bir ailenin zeki oğlu olarak yaşamını sürdürüyordu. Dünya üzerinde, bütün bekar kadınlarla birlikte olabilecek servete ve zekaya sahip mi ? –evet hem o zekaya, hem de o servete sahip. Hani zorlasa Yunanistan'ı adalarıyla satın alır. Peki o ne yaptı ? – gitti, 9 yıldır birlikte mutlu olduğu kadınla evlendi.

Ben tam bu yazıyı yazarken Kem beni aradı, “Mark evlenmiş, onu yazıyorum” dememle bana telefonda “ya gitmiş patates gibi kızla evlenmiş, adam istese Adriana Lima’yla bile evlenir. Bi kaç kere baktım resme inanamadım” demesi de bu olaya, Türk erkeklerinin  bakış açısını şak diye önümüze çıkarıyor zaten. Türkiye de ki bakış Açısı demişken, adam evlilik fotosunu face de paylaşmış. “Mark’ın fotosuna yorum yapmazsam ölürüm” diyerek, illaa bir şey yazıcaksan altına, ne yazarsın : “tebrikler, mutlu olun, sonsuz olsun mutluluğunuz…” gibi klişe tebrik cümleleri. Bütün dünya da böyle yazmış zaten. Bir kişi dışında. O ne yazmış derseniz :“inş, kontrat yapmışsındır”. Evet kendisi Türk.

Mark abiniz herkese örnek olsun düşüncesiyle midir, nedendir artık bilinmez, düğününde de mütevazilikten ölücek. 100 kişilik sürpriz bir düğün organizasyonu hazırlamış, ve resme baktığınızda arkada asılı olan ampullerden de anlayacağınız gibi, düğün sanki buralarda küçük bir şehrin gazinosunda yapılmış, kızın gelinliği de sultan haman dan falan kiralanmış gibi. 

Yalnız, o bu değilde, bu olayda göz ardı etmememiz gereken koca koca kapaklar var. Bunlardan birisi, güzelliğini tek sermayesi sanıp, tek amacı zengin birini kafalamak olan kızların alacağı ders ( bunu dedim ama Türkiye’de başarı oranları gayet yüksek ), bir diğeri de, “param olsun, şöyle kızlarla birlikte olucam, böyle kızlarla birlikte olucam” diyerek her yerde kafa şişiren, victoria’s secret kızlarını tv de gördüğünde, tv ye yapışan erkeklerin alacağı ders. Sosyal mesajımı da verdim, rahatladım.

17 Mayıs 2012 Perşembe

Intouchables ( Can Dostum )


2011 yapımı olan ve geçen hafta sinemalarda oynayan bu film, son yıllarda açık ara farkla izlediğim en güzel Fransız filmiydi. Fransız sineması durmuş saat gibi, arada sırada doğru şeyler yapabiliyorlar.

Film, zengin ve baştan aşağısı felç olan adamın (Philippe ), şehrin varoşlarından  zenci bir çocuğu ( Driss “bildiğin İdris”  ) bakıcısı olarak işe almasıyla başlıyor. O’nu işe almasının sebebi ise, Driss’in doğallığı ve Philippe’e acımaması. Driss, o kadar doğal ve sempatik bir oyunculuk sergilemiş ki, insanın “al bundan, evde bulunsun” diyesi geliyor. İnanılmaz eğlenceli bir film ama bir o kadar da duygusal. Peki bu duygusallık göze parmak mı olmuş? Hayır. Hiç bir duygu sömürüsü yok. Ortak zevkleri hiç yok gibi gözüken iki insanın dostluğunu anlatan, klişe olucak ama “içinizi ısıtan” derler ya, işte aynen öyle, son derece etkileyici, duygulandırıcı, güldürücü bir film izledim.

En can alıcı cümlesi Phillippe’nin, ölen eşinden bahsederken “ benim asıl engelim tekerlekli sandalyeye sahip olmam değil, onsuz olmam” demesiydi. Yaaa, böyle de duygusal bir adam var filmde.

Son dönemlerde o kadar kötü filmler geldi ki, intouchables bunların hepsini bir yere gömüp, “ben geldim” dedi. Bu kadar geç izleyip yazdığım için pişman oldum. Gerçek hayattan bir masal diyebilirim bu film için. Ağlatmadan duygulandırmak, üstüne bir de güldürebilmek hiç kolay bir şey değil. Yüzümde ki tebessümlerler film boyunca hiç eksilmeden kahkahaya dönüştü. İzleyin, pişman olmadığınız gibi, sonrasında bana teşekkür ediceksiniz. Tek dileğim; Amerikan sineması uyarlamaya kalkmasın.

PS: Filmin müzikleri de harika. Filmin başındaki bir sahnede, earth wind and fire’ın september’ı var diyeyim, siz gerisini düşünün.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Aşk Yemini (The Vow)


2012’de gösterime giren, başrollerde Rachel Mc Adams ve Channing Tatum’un oynadığı romantik film.

Peige ve Leo yeni evlenmişler ve birbirlerine aşıklar ama bir trafik kazası geçirirler ve Peige’e 5 yıllık komanın yolları görünür. Uyandığında ise ciddi bir hafıza kaybı yaşar. Bu hafıza kaybında ailesini, eski arkadaşlarını hatırlar ama kocasını, üniversiteyi bırakışını, yeni hayatını hatırlayamaz. Leo’da ne yapsın garibim hatırlatmak için uğraşır durur.

Filmde ki ilgi çekici detaylardan birisi, Peige’in hafıza kaybıyla, zaman içerisinde ailesinde ki muhafazakar burjuva değerlerinden uzaklaştığını, hukuk fakültesini bıraktığını, heykeltıraşa merak sardığını, eski nişanlısını terk ettiğini unutarak eski yaşamına dönmesi.

Hafıza kaybı nedense bana bir an eski yeşilçam filmlerini anımsattı. Bunun dışında film daha çok Leo’nun dramı tadında gelişiyor,  Leo’nun o saçlar hiç olmamış, söylemeden geçemedim.

Filmin sonunda gerçek bir olaydan esinlenildiğini görmem beni baya bir şaşırttı.Klişelerden hoşlanmıyorsanız tavsiye etmeyeceğim, hafif bir film izleyelim, kahvemiz çikolatamız da yanında olsun diyorsanız tavsiye edeceğim romantik bir film.

PS: Filmin orijinal adı “The Vow”. The vow genel anlamda, yabancıların evlilik yeminine verilen isim.

Dişçi Koltuğu Bir Korkuysa


Pazar günü Sim’in bana “azı dişinde bir şeffaflaşma görüyorum sanki” demesiyle, haliyle ufak bir kalp çarpıntısı geçirdim. Nedeni; gülmem benim kendi yüzümde ki en sevdiğim olay. "Allahım gülüşümü de kaybedersem kimseler yüzüme bakmaz" korkusuyla, Salı günü, istanbul’da her yer yağmur çamur demedim, Nişantaşından Kadıköy’e bu yağmurda trafik çekilmez demedim, soluğu tonton dişçimde aldım.
Korkularla barışmak, fobiyi mecburiyetten hobiye dönüştürmek, beynin kahkahalarla güldüğü bir
eylem gibi.

Neden bunu yazdım; benim bir zamanlar akıllara zarar bir dişçi korkum vardı. Şimdi ise sadece randevu saatinden bir saat önce, öyle gelir geçer bir stres yaşıyorum. Önceden, dişçiye gideceksem, bir gün öncesinden başlardım korkmaya. Evin içinde anlamsız dolaşmalar, ertesi gün dişçide olduğumu düşündükçe basan bir karabasan, hiçbir şey yiyip içeme, gözümün önünden gitmeyen dişçinin bijuuuuu efektiyle ses çıkaran matkabı, dişçi koltuğu, koltuğun yanında ki portatif çeşmeyle altında ki plastik su bardağı… hepsi de ayrı ayrı kabus sebebi olabilirdi benim için.

Ama şimdi öyle mi. Gidiyorum, yerleşiyorum koltuğa, fonda klasik müzik, karşımda dev pencerelerden izlediğim Kadıköy manzarası, dolgu yaptığını farkında olmayan ve heykel yaptığını sanan dişçim. Her şey çok değişti çooook.
Kadıköy’de bir aksesuarcı da buldum cadde üstünde. Her gidişimde, çıkışta alacağım kolyeleri, tokaları düşünerek daha bir mutlu gidiyorum.

Ben beynimde olayı bitirdim, darısı sizin başınıza. Kahkahalarla gülmek tüm korkulara bedel. Dişçi fobisi yoktur, kötü dişçi vardır.

PS: Evet diş hekimi demedim, dişçi dedim. Göz doktoruna, gözcü; oryantale de dansöz diyorum.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Suada'da Şampiyonluk Maçı


Cumartesi akşamı şampiyonluk maçını Se’lerle izleyeceğimizi düşünüyordum ki, son anda gelen bir telefonla anında bir u dönüşü yaptım vee Suadadaydık. Ben daha önce Suada’ya gitmemiştim. Aylardır Sim’le “bi Suadaya gidemedik” gibi sıkça tekrarladığımız bir replik bile vardı. Galatasaray Adası’na gitmek şampiyonluk maçına nasipmiş. Yine çok şanslıydım. Duruyorum duruyorum dört ayağımın üzerine düşüyorum bazen.

Çok eğlendim. İlk defa koyu bir taraftar gurubuyla bu kadar iç içe maç izledim. İşin tek kötü tarafı aramızda bir FB’li vardı. Küfürlü tezavhuratlarda her ne kadar yaratıcılıktaki zeka ışıltılarına hayran kalsam da, Mur’un öyle boynu bükük duruşu, sesini çıkaramaması beni pek bir üzdü. Tezavhuratlarda bir ara “benim annem de Fenerbahçeli, ananeme küfür ediyorsunuz şu an” diyerek haykırasım geldi.

Bir ara Adnan Polat geldi, hep birlikte GS’a kadeh falan kaldırdık. Öyle eylenmeler, gülmeler, tezavhuratlar derken tam şampiyonluğu ilan edicez, son dakikalar geçmedi. O uzatma dakikalarında öldüm öldüm dirildim. Yahu bitmek bilmedi. Cüneyt Çakır o düdüğü çalana kadar ömrümden bi 10 yıl rahat yedi. Derken maç bitti. Masadakilerin çoğunu tanımıyorum, reklamlardaki gibi tanımadığın insanlara da “heyoo şampiyonuz” diyerek sarılamıyosun. Yani Mur bir FB’li olarak ne durumdaysa ben de sanki o durumdaydım.

Her şeye rağmen maçı orada izlemek büyük keyifti. Hatta Sim’le GS’lı arkadaşlarımızı toplayıp bütün GS maçlarını Suada’da izlemeye karar verdik. En güzel olaylardan birisi de yanımızdan geçen GS’lı teknelerle karşılıklı ıslıklaşmalar, alkışlamalar falandı. Bu arada Gizem Özdilli’de ordaydı. Rahatlıkla söyleyebilirim ki bütün maçı pür dikkat izledi ve sıkı bir GS’lı. Maç bitiminde O’nu ayakta coşarken görünce bana bir cesaret geldi. “Gizem Özdilli bile coştu ya amaaaan” diyerek bir ara dağıtmış olabiliriz.

 Şampiyonluk tadından yenmiyor, sıkı bir FB’li olan annem ve Mur bizi  tebrik etti. Bu durumda bizim için dostluk kazandı. Fair play ruhumdan vazgeçmem.

PS: Maç öncesinde beni arayıp yarım saat telefonda FB’nin kazanacağını anlatarak beynimi yiyen, benimle zorla iddaya giren  FB’li bir arkadaşımın maç sonucunda resmen çamura yatmasını kınıyorum. Yakışıyor mu FB liliğe bu tutum. İddada kazanmak kadar kaybetmekte var, bu tür hareketlerle camiaya leke sürüyorsun, farkında değilsin.

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Kargo Mutluluğu


  Nihan en son istanbul'a gelişinde, bana ballandıra ballandıra son yaptığı kurabiyeleri anlatmıştı. Ama ne anlatma, dayanamadım sonunda, “çok merak ettim valla tadını, İzmir’e geldiğimde bana da yapıyorsun aynısından” dedim. “Birdaha ki yapışımda sana da yollarım kargoyla” diyiverdi. Aradan epey zaman geçti. Ben çoktan unutmuştum ama ben unuturum  Nihan unutmaz, bunu da unutmamış.
 Sabah uyandığımda telefonumda bilmediğim iki numaradan gelen yaklaşık 15 cevapsız arama vardı. Kargo şirketi tabi ki. Geri dönüp aradığımda “kargonuz var, ulaşamadık size” dediler. Utandım adamlara uyuyordum demeye. “Dışardaydım telefonu duymadım” dedim. İyi demedi “170 kere aradık, nasıl bir dışarıda olmak bu” diye. “1 saate kadar evinizde olur evdeyseniz” dedi.

  Veeee yaklaşık bir saat sonra kurabiyelerim kapıdaydı. Demledim çayımı da, şu an yazımı yazarken bir taraftan  Nihan’ın güzelim kurabiyelerini yiyiyorum, bir taraftan yazıyorum. Kavanozu da süslemiş, kıyamam. Kurabiye bu mudur, budur.Ellerine sağlık, Nihancığımın dediğin kadar varmış.

  Kargodan gelen yiyecek paketinin mutluluğunu yaşamayalı uzun zaman olmuştu, bayaa bi uzun zaman. En son üniversitede annemin yolladığı kolilerde yaşamıştım. O kolilere ne olduğunu biliyorsunuz, herkes eve çağırılır ve  çekirge sürüsünü aratmayan yeme içme isteğiyle sabah gelen kargo akşama tükenir J. Yıllar sonra bu sabah gelen kargoyla, bir an o yıllara gittim tekrar ama sadece bir an.

Şahane Hatalar


   Okulun son günü, herkes sarhoş, hocaların odası ot kokuyor ve sen fena dağılmış durumdasın. İki seçeneğin var. Okul hayatına devam mı ediceksin, yoksa dünya turuna çıkarak gerçek hayatı mı tanıyacaksın… Vereceğin karar senin tüm hayatını etkileyecek.

   640 sayfalık kitapın ilk bölümünün özetini geçtim yukarıda, ve ilk tercihimi yaparak 20 dakika sonra kendimi bir köprüde intihar ederken buldum ve kitabı bitirdim. Yetindim mi, yetinmedim. Tekrar başa döndüm tercihlerimi değiştirdim. İkinci hayatımda 102 yaşındaydım zengindim ve mango yerken boğularak öldüm ama yine tatmin etmedi, tekrar başladım, sonra tekrer, tekrar ve inadıma sağlık yaklaşık 40-50 kere ölmeyi başardım. Hepsinin sonunda ölüm olması insanı hep bir yarım bırakıyor, zengin, başarılı, mutlu da olsan “yine mi öldüm yaa, sonum yine ölüm” diyerek tekrar başa dönüyorsun. Bir de şöyle bi durum var, iki tercihten birini seçiyorsunuz ya her seferinde, mesela ben hayatım boyunca net olamayıp, hep bir orta kararda yaşadım. “ya ben bu seçeneği bir süre dener, olmazsa dönerim” diyemiyorum kitapta, seçimini yapıyorsun ve hooop bambaşka bir hayatı yaşamaya başlıyorsun. Geri dönüşün yok. O da bence güzel bir ayrıntı olmuş. 

   Kitabın edebi değeri filan yok, fakat gerçekten çok zekice düşünülmüş. Okumaya başladığınızda kendinizi bir oyunun içinde buluyorsunuz, kitabın tümünü inat edip okursanız, yaklaşık 150 kere ölüyorsunuz. Orta sehpanın üstüne koyduk evde, dergilerin yanında. Canımız sıkıldıkça okuyup, ölüyoruz.

PS: Kadınlara hitap eden, tek cinsiyet üzerinden yazılmış bir kitap.

8 Mayıs 2012 Salı

A Serious Man


  Coen Brothers’ ın yapımcılığını, senaryosunu ve yönetmenliğini yaptığı, 2009 ABD yapımı, ünlü kimsenin oynamadığı kara komedi.
   Larry Orta Amerika’da yaşayan yahudi bir fizik profesörü. Dini öğelerine ve hayat felsefesine çok bağlı. Bunlarla yaşadıkları örtüşmediğindeyse soluğu hahamlarda alıyor. Karısı Larry’i en yakın arkadaşıyla aldatıyor, işinde terfi umarken birden kimin yazdığı belli olmayan şikayet mektuplarıyla terfisi bilinmeze giriyor, çocukları desen; bir kızı bir oğlu var ama ikisi de bir tuhaf, bir de erkek kardeşi var, Arthur, adam çeşit çeşit travmalara gebe. Yani, bu konudan çıkaracağımız sonuç Larry tam anlamıyla çukurda.

   Larry ve karısı arasındaki diyaloglar oldukça anlamsız, karısı “seni arkadaşın Sy’la aldattım” derken, Larry’nin takındığı koyun tavrı oldukça gerçek dışıydı. O an dedim, “filmin mesaj ve tespit kaygısı başladı” ve sonra tabi ki bu çıldırtan sakinlik filmin sonuna kadar devam etti.

   Coen brothers’ı genelde sevmeme ve filmlerini “yine nasıl bir şey yapmışlar” diyerek merakla izlememe rağmen benim için bu film tam bir hayal kırıklığıydı. Bir heves izlemeye başladım ama izlerken çok sıkıldım, “burn after reading”  den sonra bu film olmamış, yapmışsınız Coen’ler ama olmamış.
   Boş vaktiniz varsa izleyin, yoksa boşa zaman harcamayın. Daha önceki filmlerde damağınızda kalan  Coen tadını bu filmde bulmanız zor olabilir.

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Harlem Globetrotters


   Cumartesi günü bir öğleden sonra aktivitesi olarak Kem'in bir ay önceden aldığı ve salona girdiğimizde boşu boşuna erkenden aldığını anladığı ( salon %60 doluydu ) Harlem Globetrotters’ı izlemeye gittik. “O ne  ki” derseniz, o biiiirrr basketbol gösteri takımı. Valla eleştirileri de okudum haklarında ki, ama ben kendi adıma pek bir eğlendim. Zamanında yurdum insanının basketbolu sevme sebeplerinden biri olduklarını düşündükçe de iyi ki gitmişim dedim. hatırlayınız: vaktiyle NBA maçlarında aralarda çıkmışlıkları vardır.

   Gitmeden önce aklımda ki sorulardan birisi  "gösteriyi herkes bir şekilde yapar ama oyunları nasıl acaba ?" ydı, ama 4'lü atışlarda gördüm ki adamlar profesyonelmiş. Hatta bir zamanlar haklarında çıkan bir şehir efsanesinde “bunlar önceden NBA’de oyuncuymuş, atılınca toplanıp, aç kalmayalım bari, e o zaman ne yapalım bi gösteri grubu kuralım demişler “ olayına neredeyse inanabilirdim. Ama tabi o yıllaaar yıllaaar önceydi. Kadro 100 kere yenilenmiştir. Yani hala efsaneye inanabilirim.

   Basketbolu seven ve iyi oynayan bir erkek olsam kesinlikle aralarında olmak isterdim ama karşı takımda olmayı hiiiç mi hiç istemezdim. Biri sorsa “ne iş yapıyorsun” dese, ne cevap vereceksin “işte ben de basketçiyim, Harlem’in rakip takımıyım, onlar gösteri yapıyor, bizimle dalga geçiyor, şortumu indiriyor, herkes bana gülüyor, biz de atış falan yapıyoruz” mu? Karşı takımın işi zor.

   Bir daha gider miyim?, eğlenmeme rağmen bir dahaki gidişim çoluk çocuğa karışınca olur artık. İkinci kez izlemek sıkıcı olabilir.

PS:  Ülker Sports Arena  gerçekten çok güzel olmuş. Bir GS’lı olarak yiğidi öldürürüm ama hakkını yemem. Öyle de prensipli bir insanım. FB li bazı arkadaşların salona gittiğimi duyduklarında bana “etrafında tur atsaydın, hacı olsaydın oraya gitmişken” gibi yaptıkları gereksiz esprilere de buradan, yüzümdeki acı gülümsemeyle susarak cevap veriyorum. 

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Terkos Pasajı


Hep önünden geçerken şöyle bir başımı çevirip bakarak, yoluma devam ettiğim ve Pazar günü özellikle yaptığımız Terkos Pasajı gezi turunda ne büyük hata yaptığımı, yıllardır ne kaçırdığımı anladığım, sokağa girer girmez rengarenk elbiseleri, tshirtleri, etekleri, gömlekleri ve daha nicelerini gördüğümde başımı vuracak bir taş aradığım ucuzluğuyla başımı döndüren büyülü mekan.

Her şeyden önce sürprizlerle dolu, bir sürü ünlü markanın Türkiye ye hiç gelmeyen modellerini, umduğunuzdan çok daha ucuza buluyorsunuz. Mesela 5 TL ye evinizi tshirtlerle doldurabilir, 20 TL ye 20 çeşit elbise alabilir, 10 TL ye tayt üstü olsun, şort üstü olsun artık siz karar verin ona da, şahane gömleklere sahip olabilirsiniz.Ama can alıcı asıl nokta ucuza bulmak değil, aldığınız bir şeyi bir sezon boyunca sizin dışınızda bi 150 kişide daha görmemek, en önemlisi kimse o modeli bilmediği için seneye de giyebilme özgürlüğünüz. Bir diğer can alıcı nokta ise pazarcıların modayı yakından takip ediyor oluşları. Aynı olaya Beşiktaş Pazarında da şahit olmuştum. Hepsi birer fashion republic kendi çapında.

Her güzel ve çekici olayda olduğu gibi Terkos’da alışveriş yapmanın da püf noktaları var.

1-      Almayı düşündüğünüz ürünü iyice inceleyin, defosu nerede bulun, oralarda bi yerlerde küçük bir dikiş hatası veya ufacık bir delik olacak.

2-      Kalabalığın sizi daraltmasına asla izin vermeyin. Unutmayın ki sizler aynı dava için oradasınız. Bir nevi sizi iteleyen, orada sizin kader ortağınız, yoldaşınız.

3-      Kalabalıktan faydalanıp çantanıza göz diken hainler olabilir, cüzdanınıza telefonunuza sahip çıkın.

4-      İlk tezgahta gördüklerinizi beğenmezseniz, dönüp gitmeyin tam tersine ilerleyin. İlerledikçe şaşıracaksınız.

5-      Ve son olarak : aramaya inanın.